17 Ağustos 2008

İSTANBUL MÜZELERİ, KOLEKSİYONLARI VE BİTMEK BİLMEYEN SORUNLARI

Bu yazı, Arredamento Mimarlık'ın Eylül 2008 sayısı için hazırlanmıştır. 11 Aralık 2004 tarihinde İstanbul Modern Sanat Müzesi açıldığında, Türkiye sanat ortamı yeni bir tartışmaya sahne oldu: Müzeler, müzecilik ve koleksiyonları… Bu tartışma için aslında çok geç değil miydi? Bilindiği gibi, ya da unutulmak istense de, İstanbul’un ve hatta Türkiye’nin ilk plastik sanatlar müzesi, 1937 yılında Dolmabahçe Sarayı’nın Veliaht Dairesi’nde kurulan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’dir (Bugünkü adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi). Cumhuriyet’in kültür-sanat politikalarına koşut olarak müze kurmak, geçmiş dönemlere ait yapıtların bu müzelerde değerlendirilmesi, kültürün korunması ve halka mal edilmesi açısından oldukça önemsenmiş ve müze, bir anlamda Cumhuriyet ideolojisinin bir aygıtı olarak görülmüştür. Bu bağlamda, ulusal yapıtların kayıtlara geçirilmesi ve korunmasına 1920’li yılların eğitim programları arasında yer verilmiştir. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri, bir resim müzesi kurma yolundaki kararların 1920’li yıllarda alındığını göstermektedir: “Her uygar ulusun ulusal hazinelerini oluşturan müzelerin arasında bir veya birkaç resim müzesinin bulunduğu, bu müzelerin halkın ve gençliğin terbiyesi ve estetik beğenileri üzerinde derin etkiler bıraktığı ve en küçük Avrupa hükümetlerinin bile bu konudan uzak kalmamasına rağmen o zamana kadar Türkiye’de bu eserlerin toplanmayışını ve bir resim müzesinin oluşturulmasını göz önüne alarak her milletin medeni hayatında kaçınılmaz olan bu ihtiyacı karşılamak amacıyla” [1] Bakanlar Kurulu’nda Fındıklı Sarayı’nda bir resim müzesinin kurulması kararının alındığı bilinmektedir. Bu kararda, İstanbul Müzesi deposu, Askeri Müze ve Milli Saraylarda resmi dairelerdeki resimlerin Fındıklı Sarayı’nda kurulan resim müzesine teslimi istenmektedir. Bakanlar Kurulu’nun bu kararı öngörülen tarihlerde gerçekleştirilemediyse de 20 Eylül 1937 tarihinde Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi’nde İstanbul Devlet Resim ve Heykel Müzesi açılabilmiştir. Müze için tahsis edilen mekânlar, Güzel Sanatlar Akademisi’nin 22 Haziran 1937 tarihli talebi gereğince Milli Saraylar Müdürlüğü’nün 27 Aralık 1937 tarihli yazısı ile Akademi’ye devredilmiştir. İstanbul Devlet Resim Heykel Müzesi’nin Güzel Sanatlar Akademisi’ne bağlanması, o dönemin koşulları açısından anlamlıdır. Zira Akademi, dönemin plastik sanatlar eğitimi veren tek kurumudur ve sanatçı da sanat yapıtı da bu kurumun bünyesinde yer almaktadır. Semra Germaner, İstanbul Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nin kuruluşunu izleyen yıllarda kendisine verilen görevi yeterince yerine getirip getiremediğini sorarak bugün bu soruya olumlu bir yanıt verilemeyeceğini belirtmektedir. [2] Kuruluş yıllarındaki inanç ve heyecanın yitirilmiş olması, maddi zorluklar, müze koleksiyonunu barındıran binanın sorunlarının bir türlü çözülememesi gibi sorunlar müzenin günden güne daha da gerilemesine neden olmaktadır. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim üyeleri tarafından yönetilen ve bütçesi de Üniversite bütçesine bağlı olan Müze’nin yeni bir kimlik kazanamaması, yeni bir yapılanmaya girememesi, bürokratik engellerle karşı karşıya olması çok ciddi sorunlar olarak karşımızda durmaktadır. 1980’lerin Türkiye’sinde sanat piyasasının gelişimine koşut olarak koleksiyonculuk önem kazanmışsa da Müze, ne mekân sorunu nedeniyle kendi koleksiyonunu sergileyebilmiş ne de koleksiyonuna yapıt kazandırabilmiştir. 1980-1984 yılları arasında Müze’nin müdür yardımcılığı görevinde bulunan Tomur Atagök, Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği Türkiye Şubesi (AICA TR) ve İstanbul Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün (IFEA) ortaklaşa düzenlediği 12 Mayıs 2007 tarihli, “2010: Avrupa Kültür Başkenti İstanbul” ana başlıklı toplantılar dizisinin ikincisi olan “İstanbul’da Müzecilik ve Koleksiyon Gelişimi” konulu atölyede İstanbul Resim ve Heykel Müzesi hakkındaki tecrübelerini şöyle dile getirmiştir: “İstanbul Resim Heykel Müzesi, 20 Eylül 1937’de açıldığı vakit, müzenin koleksiyonu, envanteri 320 imiş. Çöplüğünden çıkardığım bir evrak var, çok sayıda kuruma yazı yazılmış o kurumlardan eserler istenmiş. Koleksiyon aslında Elvah-ı Nakşiye diye bilinse de, ilk müze koleksiyonu, 320 yapıt, İstanbul’un muhtelif kurumlarından, Ankara’nın muhtelif kurumlarından, buna Dolmabahçe Sarayı da dahil ve müzenin ilk koleksiyonunu bu 320 yapıt oluşturuyor. Şimdi, söylediğiniz rakama baktığımız vakit [3], arada çok büyük bir fark var. Müze çeşitli nedenlerle kapanmış, ufak zamanlarda kapanmış. Sağolsun yine heykeltraş hocamız, müzeyi 12 Mart 1976’da kapattığı vakit, kimse sesini çıkartmamış, yani toplumdan tepki görmemiş. Kendisi söyledi: “Ben bu müzeyi kapattım, kimse sesini çıkarmadı” dedi. Devrim Erbil, Mayıs 1979’da müze müdürü olduğu vakit, kendisi özellikle müzelerin topluma yönelik kurumlar olması gerektiğine inanmış bir kişiydi ve dolayısıyla hemen bir dernek kuralım dedi, bir dernek oluşturduk ve çalışmaya başladık. O sırada bu çalışmayı topluma yönelmek üzere yapıyorduk. İlk yaptığımız etkinliklerden biri, Günümüz Sanatçıları Sergisi’ni, 1980’de müze bahçesinde açmaktı. Daha evvel Arkeoloji Müzeleri’nde yapılmış olan sergi örneğini alarak burada bu sergiyi açtık ve iki sene, iki yaz bahçede açtık, sonra içeriye alabildik. Ama bu arada bahçede danslar, performanslar da düzenledi filan ve birdenbire gazeteler bu açılmamış, “kapalı müze”nin etkinliğine ilgi duymaya başladılar. Açıkçası, müzenin 3 Mart 1981’de yeniden açılmasını, 3 Mart’ta, yani Akademi’nin kutlama gününde yeni baştan açılmasını İstanbul Merkez Komutanı Tuğgeneral Naci Şeker Efeli’ye borçluyuz diyeyim. O da nereden? Gazeteleri okuyarak müzenin etkin bir ortam olduğunun haberini alıyor ve geliyor bizi ziyaret ediyor, habersiz bir şekilde ilk defa geldi. Sonra, müzenin yangına karşı korunması için birtakım eserlerin korunmasını, birtakım önlemlerin alınmasını sağladı. Böylelikle 3 Mart 1981’de müze açıldı. Müze gerçekten güvenli miydi? Yangına karşı korunaklı mıydı? Aldığımız tedbirler, eğitim tedbirleri, elemanları eğitme tedbirleri yeterli miydi? O sorgulamaya açık, her zaman! Devrim Erbil’in bir müze müdürü olarak görüşü, o binanın yetersiz kaldığı, koleksiyon için daha sonraki yıllara, mesela Cumhuriyet Dönemi’ne kadar olan eserleri Dolmabahçe Sarayı’nda Veliaht Dairesi’nde saklamak, sergilemek ve başka bir binaya geçmekti. Ama bu proje başarılı olamadı. Bakıyorum, daha sonraki yıllarda yaptığımız görüşmeler: Bedrettin Dalan ile görüşülmüş, Mesut Yılmaz ile görüşülmüş. Hatta Mesut Yılmaz, bunu ben de gayet iyi hatırlıyorum, Antrepoları müze olarak kullanabileceğimizi söyledi, bu konuda yardımcı olabileceğini söyledi, fakat bu iş sadece sözde kaldı. Daha sonra Muhteşem Giray ve Belkıs Mutlu, bunu bir proje olarak Senato’ya götürdüler, konuştuk tartıştık: Yıldız Sarayı’nın Silahhanesi, Yıldız Sarayı o sırada elden geçirildi. Yıldız Sarayı’nda Silahhane’ye taşımak mümkün mü? Tabii ki mümkün değil. Silahhane’yi biliyorsanız eğer, mekân olarak uygun bir mekân olmadığını anlarsınız, orası ancak depo olarak kullanabileceğimiz bir mekân belki veyahut sergi salonu olarak kullanabileceğimiz bir mekân. Daha sonra Darphane gündeme geldi. Darphane için de toplantılar yapıldı, o da herhangi bir sonuca varmadı. Yani benim bildiğim dönemlerde, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olarak bu girişimler yapıldı fakat sonuçlanmadı. Bugün, yirmi sene sonra geri dönüp baktığımda, “niye bunlar sonuçlanmadı? Bugün bazı şeyler sonuçlanıyor, o zaman niye sonuçlanmadı?” diye soruyorum. Demek ki yeterince itiştirmedik, yeterince orada liderlik yapamadık, bazı eksikliklerimiz oldu.”[4] Tomur Atagök’ün anlattıklarından da görüldüğü gibi, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin mekân sorunu da, bu soruna bağlı olan koleksiyon sorunu da yeni bir sorun değil; Müze’nin kuruluşundan bu yana var olan ama çözülmekten imtina edilen sorunlar. Müze’nin yeni bir mekân edinmesine yönelik girişimleri sıralamak, bu sorunun tekrar tekrar gündeme gelişini de açıklayacaktır. Yukarıda Tomur Atagök’ün anlattığı, Antrepolar, Yıldız Sarayı Silahhane Binası ve Darphane binası sonrasındaki girişimler şunlar: 1989 yılında Bedri Baykam, Bakan Tınaz Titiz ile yeni bir mekân konusunda bir görüşme yapar. 14 Nisan 1989’da, 1980 yılında kurulan Resim ve Heykel Müzeleri Derneği’nin kurucu üyesi olan ve o sırada İstanbul Belediye Başkanı olarak görev yapan Nurettin Sözen’e başvurulur. 8 Ocak 1990 tarihinde, Taksim Gezi Oteli çevresindeki arazi için “Olur” yanıtı alınır ve arazi müze mekânı için yeterli görülmeyerek, aynı sorunların orada da yaşanacağı düşünülerek bu öneri reddedilir.Tomur Atagök, bu görüşmeleri şöyle dile getirmiştir: “Aramızda bize kızanlar vardı. “Taksim’de 700 m²’lik bir alanı nasıl reddedebilirsiniz? Çok büyük bir hata yapıyorsunuz” dediler fakat bu sırada o toplantılara katılan Vasıf Kortun, 3. İstanbul Bienali’ni yapmak üzere çalışmalara başlamıştı, Feshane’yi önerdi. Feshane için de çalışmalara katıldık. 12 Eylül 1991’de Belediye’den geçti, burası 47 yıllığına İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’na verildi çünkü Resim ve Heykel Müzeleri Derneği, bir senet, vakıf senedi hazırlamış olmamıza rağmen Aydın Gün’e inandık, kurulmuş olan bir vakfın, kendini kanıtlamış bir vakıf olan İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın bu işi daha iyi yapacağına inandık ve Nejat Eczacıbaşı’na bu onayı verdik.” [5] Bu girişimin de İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Dr. Nejat Eczacıbaşı Vakfı arasındaki sorunlar nedeniyle gerçekleşemediğini biliyoruz. Bunun ardından, 1996 yılının Haziran ayında bir başka girişim daha söz konusu olur. Bu sırada Habitat II etkinlikleri yapılmaktadır ve Hüsamettin Koçan’ın başkanlığındaki Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği (UPSD), bir müze kurmak üzere Antrepoları ister. Hüsamettin Koçan’ın başkanlığında Sibel Asna, Leyla Belli, Füsun Eczacıbaşı ve Tomur Atagök tarafından yine bir vakıf senedi hazırlanır. Amaç, “Günümüz İstanbul Sanat Müzesi”ni kurmaktır ancak bu girişim de sonuçsuz kalır. 1999 yılında Resim ve Heykel Müzeleri Derneği’nden bir grup, İstanbul Sanat Müzesi Vakfı’nı kurar. Demirel’e gidilir, projeler sunulur ve TRT platoları neredeyse alınmıştır. Fakat ne olur? “TRT Genel Müdürlüğü bunu geri çektirdi, Bakanlar Kurulu’ndan geçmişken!”[6] Görüldüğü gibi, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ni mevcut durumundan kurtarmak isteyen sayısız girişim söz konusu. Dolayısıyla Müze’yi “müze” haline getirmeye çalışan çok sayıda gönüllü bulunuyor ve Müze’yi kurulduğu günden bu yana var olan sorunlarından kurtarmaktan imtina edenler başkaları! Müze’den çekinmek ne anlama gelebilir? İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin mekân sorunu da koleksiyon sorunu da aslında Türkiye’de devletin kültür-sanat politikalarına bakışı ile doğrudan ilişkilidir. Ancak Müze’nin durumunu, sadece kültür-sanat politikalarının yokluğu ile açıklamak bu işin kolayına kaçmak olur. Bilindiği gibi, Türkiye 1960’tan bu yana darbelerle bir ileri iki geri gitmektedir ve kültür-sanat alanında etkinlik gösterenlerin karşısında da bürokratlar ve siyasal güç bulunmaktadır. Bürokrasi ve siyasal gücün toplumu (her anlamda) sürekli geriye doğru ittiği bir güçlük söz konusudur. Aslında sorun, bir ülkenin kendi tarihine görsel açıdan bakamaması olarak tanımlanabilir. Batılılaşma Dönemi Osmanlı’sından 1970’lerin Türkiye’sine uzanan sürecin plastik sanat üretimini barındıran, 11.000 envanterlik zengin bir koleksiyona sahip olan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, pekâla bir modern sanat müzesi olarak kurgulanabilir ya da bu koleksiyondan bir 20. Yüzyıl Müzesi oluşturulabilir. Bunu kuracak olan da devlettir ya da kurması gereken. Bu, bir gereksinimdir ve Türkiye 20. Yüzyılı ile yüzleşmek zorundadır. Ama yüzleşemez! Türkiye tarihinden korkar; çünkü o tarihi bizzat devletin kendisi kesintiye uğratmıştır. Ne 19. Yüzyılın ya da 20. Yüzyılın tarihini bir müzede görmek mümkündür ne de sanat üretimini! En basit örnek: İstanbul gibi yoğun göç alan bir kentte, göçmenlerin bu kentle barışamamalarının bir nedeni de, kentte kendilerinden önce ne olup bittiğini görebilecekleri bir müzelerinin olmamasıdır. Zira kent, yaralıdır ve yaralarını sürekli saklar. Sorun, Türkiye’deki siyasal otoritenin kendi görsel tarihini bir müze aracılığıyla göstermek istememesinden kaynaklanır. Görsellik çarpıcıdır ve Türkiye’nin tarihini görselleştirmek, birtakım gerçeklerin çok açık, çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkması demektir. Zira bir müze, belgesiz hiçbir şey yapamaz ve belgelerin ortaya çıkması, tarihin zorla üzeri örtülen noktalarının ortaya çıkması anlamına gelir. İşte o zaman 6-7 Eylül Olayları’nın fotoğrafları da ortaya çıkar, 1980 darbesinin de, darbe sırasında iki hapishane arasında sergi açan sanatçıların da. Türkiye bu yüzleşmeyi kolay kolay yapamaz! Çözüm, daima kaçmak olacaktır! 1980’ler itibariyle İstanbul Resim ve Heykel Müzesi için mekân arama çabalarının sonuç vermeme nedenlerinden biri de, Beral Madra’nın da belirttiği gibi, yeni oluşmakta olan piyasadır. Madra bu konudaki görüşlerini şöyle dile getirir: “Şimdi, bu müze projeleri yapılırken ve bir sürü insan bunun için canla başla çalışırken bir taraftan da resim piyasası gelişiyordu, hatırlıyor musunuz? 1980’li yıllarda çok büyük bir patlama oldu hatta bu 1990’ların içine kadar geldi. Resim piyasası o dönemde kendi değerlerini belirledi, yani inanılmazdı, belki de sanat uzmanları olarak bizlerin hiç değer vermeyecekleri resimleri alıcılar, çok güzel çiçek, çok güzel böcek, çok güzel manzara diye çok büyük paralara satın aldılar. Biliyorsunuz, 1980’li yıllarda çok büyük bir patlama oldu. Bunları o dönemin galericileri de gayet güzel söylüyor. Şimdi, resim piyasası yükselirken bu piyasa ister miydi zannediyorsunuz bir müze kurulsun? İstemezdi çünkü müze değerlerin saptandığı yerdir. Yani, o müzeye girecek olan resimler, heykeller dışarıda satıldığı zaman gerçek değerlerini bulur. Burada bunu da düşünmemiz gerekiyor. Yani, piyasa bu müzelerin kurulmasını istemedi. Tabii burada bilerek ya da kasıtlı bir şey söz konusu değil; bu da epistemolojik bir mesele bana göre. Çünkü şimdi neye bakıyoruz? Birdenbire herkes, inanılmaz paralar yatırarak müzeler kuruyor. Peki, o zaman bu paralar yok muydu? Vardı. Niye biz Resim Heykel Müzesi’ne kampanya açtığımız zaman çok büyük bir para yatırımı olmadı? Ya da 1980’li yıllarda o resimler alınırken o büyük koleksiyoncular ceplerinden çıkarıp 5’er Milyon Dolar koysalardı, sizin dediğiniz şeylerin, bu müze projelerinin birçoğu yapılırdı diye düşünüyorum.” [7] Meseleye ister Türkiye’deki siyasal otoritenin kendi tarihi ile yüzleşememesi açısından bakalım, ister piyasanın engel teşkil etmesi açısından… Bugün karşımızdaki sorun, bu koleksiyonun yok olmaya yüz tutmasıdır. Üst kattan alt kata indirilmesi dahi tehlikeli olan resimlerin, heykellerin kapı kapı dolaştığını, yeni açılan her müzenin sergi salonlarını şereflendirdiğini hepimiz biliyoruz. İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, yine onarımda. Müze müdürü Ferit Özşen, bu konudaki sıkıntılarını şöyle açıklamakta: “Bu kurum, Milli Saraylar’a bağlı ve dolayısıyla da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bağlı bir yapı. Onarımını da canınızın istediği yerde, istediğiniz gibi yapamıyorsunuz; çünkü birinci dereceden tarihi bir eser ve doğrudan doğruya Milli Saraylar’a bağlı bir eser. İkinci zorluğu, müze için yapılmamış bir yapı olduğundan, ne ışığı, ne depoları bu tür bir eyleme hazır değil, hiçbir zaman da hazır olmamış zaten. Bir boş oda bulunmuş, orası depo haline getirilmiş, yirmi yıl kadar önce, nem konusu, yani resimlerin nem alıp da hamurlaşmaya başladıkları fark edilince nem cihazları alınmış. Nem cihazları günde 4 litre su üretiyor, bir kere her gün o nem cihazlarının boşaltılması, temizlenmesi, sularının doldurulması, vs. gerekiyor. Bunun yanı sıra, kışın ısı kontrolümüz var tabii kalorifer olduğundan ama yazın hava sıcaklığından ve de makinelerin çalışmasıyla depolardaki ısı oldukça yükseliyor. Böyle bir zorluğu bu okul, bu küçük okul, kendi kendine taşımaya çalışıyor ve bir de kamunun yükünü taşımaya çalışıyor. Çünkü bu müze, bize emanet edilmiş; çünkü bu müzeyi biz yönettiğimiz halde bu müze, hepimizin müzesi ve gerçekten herkes tarafından da sorgulanıyor. Depolarının olumsuzluğu, sergilemenin yetersizliği, ışık yetersizliği, binanın kondisyonu, çok camlı, çok kapılı oluşundan dolayı sergileme alanının kısıtlılığı… Bunların hepsi birer handikap.” [8] Bu handikaplardan kurtulmak kolay değilse de Ferit Özşen’in Müze’yi kurtarma çabaları dikkate değer: “Ben müdür olduğum zaman ilk gördüğüm şey, 200 kadar eseri sergileyebilmemizdi. Depolarda ne kadar malımız olduğunu bir miktar biliyordum ama o zaman tabii ki net bir sayı bilmiyordum ve “niye bunlar var hep ve daha başkaları yok?” diye sorduğumda “yerimiz bu kadar” deniliyordu. Sonunda müzenin tüm üst katını sergilemeye açtık. Topuk tutan döşemeler, yukarıdan sarkan alçı panolar ve düşen sıvalara rağmen o üst katı tümüyle açtık ve 370 eseri sergiye dahil ettik. Bazen iyi eleştiriler aldık, “Gerçekten ne kadar iyi oldu” diyenler de çıktı ama bazen de “Bu nedir böyle? Sıvalar dökülüyor, döşemeler gıcırdıyor” diyenler oldu. İster istemez gıcırdıyor, çünkü bu yapı, tarihi bir yapı. İstediğimiz zaman değiştiremiyoruz, değiştirdiğimiz zaman da, bütçemiz olmadığı için de marangoz çağırıyorsunuz o da o eski yapıyı yapamıyor, haliyle. Şimdi, bütün bu konuşmalarımız üzerine herhalde, devletten de küçük bir yardım teklifi geldi. Abdülatif Şener Bey, müzemizi ziyaret etti ve dört saat boyunca bütün depolarımızı gezdi. Biraz acıklı konuştum galiba: “Resimler hepimizin. Belki resimleri takmıyorsunuz ama bu bina hepimizin. Bu bina, Osmanlı’dan miras ve geleceğe bırakmamız gereken bir bina” diyerek... Sonuçta hemen orada karar verdi ve müsteşarını arayarak verebileceği en yüksek miktarı, 3 trilyonu ayırdı. 3 trilyonun peşine düştük, bütçeden maliyeye aktardık ve okulun bütçesine daha girmeden, okulun kasasına girmeden doğrudan doğruya Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kasasına gönderdik ki ivedi olsun diye. Tarih, 28 Ağustos 2006. Daha çatı onarımına geçemedik, iki gün önce iskeleler kurulmaya başlandı.” [9] İskeleler daha uzun süre orada duracak gibi… Türkiye sanatının 1970’lerin sonu 1980’li yılların başına kadar izlenebileceği bir otorite olması gereken İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, uzun süre daha âtıl bir durumda olacak, yükünün altında giderek daha fazla ezilecek ve koleksiyonundaki eserler de tüm kapıları dolaşarak bir gün bir kapıda kalacağa benzemektedir. Müze için, ne yazık ki olumlu bir tablo çizmek giderek imkânsızlaşmaktadır!!! ÖZEL MÜZELER: KOLEKSİYONLARIN KURUMSALLAŞMASI (MI ACABA?) İstanbul Resim ve Heykel Müzesi için mekân arama çabaları sürerken 20 Eylül 2001 tarihinde Proje4L İstanbul Güncel Sanat Müzesi kurulur. Can Elgiz tarafından kurulan ve Vasıf Kortun tarafından yönetilen Proje4L İstanbul Güncel Sanat Müzesi, 2001-2004 yılları arasında, galerilerde satış sergi ve satış şansı günümüze oranla zor olan genç sanatçılara genç sanatçılara imkân tanıma isteğiyle yola çıkar. Kâr amacı gütmeyen, satış amacı olmayan yerlerde sergi yapmak gençler ve ismi daha az bilinen sanatçılar için çok zor bir olanakken Proje4L İstanbul Güncel Sanat Müzesi ile birlikte bu gündeme gelir. 3 yıl boyunca süren bu girişimin, çok başarılı bir girişim olduğu su götürmez bir gerçektir. 1980 yılında düzenlenmeye başlanan Günümüz Sanatçıları İstanbul Sergileri, burada bir parantez açıp 1980’li yıllardan 1990’ların ortalarına dek olan süreçte Günümüz Sanatçıları İstanbul Sergileri gibi çağdaş bir etkinliğe ev sahipliği yapan İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin, bu etkinlik sayesinde o dönemde de bir otorite olmayı sürdürse de, Kemal İskender’in müdürlüğünde Resim Heykel Müzeleri Derneği’nin müze binasından çıkarılmasıyla, etkinlik için yeni yerler aranmasının Müze’nin tek etkinliğinin de ermesine neden olduğunu belirtmek gerek, 1995-1998 yılları arasında UPSD tarafından düzenlenen Genç Etkinlik Sergileri, 1998 yılında Borusan Sanat Galerisi’nin düzenlediği Yeni Öneriler Yeni Önermeler Sergileri, bu sergilerden Uluslararası İstanbul Bienalleri’ne sanatçıların seçilmesi, René Block, Rosa Martinez gibi Bienal küratörlerinin genç sanatçıları yurtdışındaki sergi etkinliklerine kanalize etmesi ve nihayet küratörlü sergilerin kabul görmeye başlaması göstermiştir ki, Türkiye’de önemli bir genç sanatçı ve güncel sanat potansiyeli vardır ve bu potansiyel değerlendirilememektedir. İşte bu noktada, Can Elgiz ve Vasıf Kortun işbirliğinin önemi ortaya çıkar: Proje4L İstanbul Güncel Sanat Müzesi ile birlikte ilk kez, günümüz sanatı kendisine akacak bir mecra bulabilmiştir. Kâr amacı gütmeyen banka galerileri de güncel sanatın alınıp satılabildiği Galerist, Galeri X-ist, C.A.M. Galeri gibi kurumlar ancak Elgiz ve Kortun’un bu girişiminden sonra ortaya çıkabilmiştir. Can Elgiz, Proje4L İstanbul Güncel Sanat Müzesi’ni üç yıl boyunca sürdürür ancak koleksiyoncu kimliği ağır basar ve Müze 2005 yılında Proje4L Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’ne dönüşür. Can Elgiz, bu dönüşümü şöyle açıklamıştır: “Bir mekân oluşturmak ve böyle bir dönem yaşamak da gerekliydi, dönemi için de. Fakat sonradan İstanbul’da bu tip olanaklar giderek artmaya başladı ve artınca da biz aslî amacımıza dönelim ve koleksiyoner kimliğimizle bu mekânı kullanalım kararını verdik. O da 2005’ten itibaren. Bu dönem itibariyle biz tamamen kendi koleksiyonumuza yoğunlaştık.(…) Ben esas olarak, 2001-2004 döneminde yaptığımızın da çok faydalı olduğuna inanmakla beraber koleksiyonların da toplumla ve sanatseverlerle paylaşılmasından yanayım çünkü bugün geriye dönüp baktığımız zaman bizim dönemimizde mesela “çağdaş”tan önceki dönem eserleri de var ama onlar hakkında uzmanların dahi bilmediği pek çok şey var. Kim kaç eser almış vermiş, bunlar kimdedir? Bunlar sergilenmedikçe yahut Devlet Resim Heykel Müzesi gereken görevleri yerine getirebilseydi bütün sanatçıların bütün eserleri takip edilebilir bir hale gelecekti. Bu yapılamadı ve biz özel koleksiyonerlerin bunu yapmasında fayda var. Tabii herkesin bir yer açması mümkün değil fakat bunların çeşitli şekillerde dönem dönem sergilenmesi birtakım şeylerin su yüzüne çıkmasını sağlıyor. Bir eserin o ailede, o koleksiyonerde olduğunu bilmeyen bir sürü sanat eleştirmeni onun bilgisine sahip olur, birçok sanatçının birçok bilinmeyen eseri su üstüne çıkar. Biliyorsunuz Türkiye’de sanatçılarla koleksiyonerler arasındaki ilişki de bazen galericileri atlayarak kurulduğu için kimin ne eser verdiğini, kimin hangi eserlerinin kimin koleksiyonunda olduğunu çok iyi bilmiyoruz. Buradaki esas amaç, bir yerde, sanat üretiminin yastık altında, depoda, vs. durmaması. Bu da bir nevi kültür mirasıdır ve üretilen her eser, o ülkenin gelecek nesillere aktarılması gereken bir mirasıdır ki bu da birçok koleksiyonlarda, depolarda, bodrumlarda her ne kadar sağlıklı şartlarda da korunsa başkalarıyla paylaşılmadıkça, başkaları tarafından görülmedikçe bir anlamda ölüme mahkûm edilmiş bir canlıdır. Esas amaç paylaşım ve bu paylaşımı da sürdürmek. Biz kendi adımıza bunu yapmayı ve sürdürmeyi hedefliyoruz.” [10] Can Elgiz’in ifadelerinde dikkati çeken bir nokta bulunmakta: Koleksiyon. Can Elgiz, Proje4L İstanbul Güncel sanat Müzesi ile günümüz sanatına destek olarak ve genç sanatçıların uluslararası arenada boy göstermesine olanak tanıyarak bir ilki gerçekleştirmişti; 2005’ten günümüze uzanan sürecinde de yine bir ilki gerçekleştirmiş durumda: Türkiye’de bir müzenin, ilk ve son kez “koleksiyon”una öncelik vererek ile kurulması. İstanbul Modern, Pera Müzesi gibi oluşumlar, ancak ve ancak bu altı çizili gerçekliğe ne ölçüde uyup uymadıkları bağlamında değerlendirilebilirler. MONOGRAFİK MÜZELER Türkiye’de koleksiyonculuğun gelişiminin kurumsallaşma üzerinde yoğun etkileri olduğu bir gerçektir. [11] Türkiye’de koleksiyonculuk, başlangıçta sanata meraklı kişiler ya da sanatçılarca başlatılmış olsa da, bugün özel kurum ve kuruluşların prestiji haline gelmekte ve giderek de müzeleşmekte, yani kurumlaşmaktadır. Bugün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olarak anılan kurumun Sanayi-i Nefise Mektebi ve İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olarak anıldığı dönemlerdeki öncülüğü sonrasında, günümüz Gazi Üniversitesi’nin (Eski adıyla Gazi Eğitim Enstitüsü) bünyesindeki müze, İstanbul Üniversitesi bünyesindeki Feyhaman Duran ve Güzin Duran Müzesi, Anadolu Üniversitesi bünyesindeki Çağdaş Sanatlar Müzesi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin müzesi, Hacettepe Üniversitesi Sanat Müzesi gibi müzeler, koleksiyonların müzeleşmiş şekilleri olarak düşünülebilir. Aynı şekilde bankaların, özel kuruluşların, kişilerin koleksiyonları da bugün müzeleştirilmekte, tek koleksiyon müzeleri ve monografik müzelerin sayısının hızla arttığı görülmektedir. İzmir’deki Selçuk Yaşar Müzesi, İstanbul’da Sadberk Hanım Müzesi, Sakıp Sabancı Müzesi, İstanbul Modern, Pera Müzesi koleksiyon müzeleri olarak kurulan ama sonra bir kısmı “koleksiyon müzesi” türünü aşan müzelere, Burhan Doğançay Müzesi, Devrim Erbil Müzesi, Şefik Bursalı Müzesi, İstanbul Üniversitesi bünyesindeki Feyhaman Duran ve Güzin Duran Müzesi ise monografik müzelere örnek olarak gösterilebilir. Hüsamettin Koçan’ın Baksı’da kurduğu Baksı Müzesi, Süleyman Saim Tekcan’ın kurduğu İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi’ni (IMOGA) de kurumsallaşan koleksiyonlar arasında saymak mümkündür. Karsten Schubert, Küratörün Yumurtası, Müze Kavramının Fransız İhtilalinden Günümüze Kadar Olan Evrimi adlı kitabında, monografik ve tek koleksiyon müzelerinin her ikisinin de müze tipolojisinin en uç noktasında yer aldığını belirtir. Schubert’e göre, ilham sahibi bir bireyin büyük, anlayışlı bir mimara ısmarladığı başarılı tek koleksiyon müzeleri, tek sanatçı müzeleri gibi bir istisnadır. Schubert, monografik müzelerin de sanat tarihinin gidişatını farklı bir biçimde etkilemiş ve yaşamlarıyla halkın hayal gücünü yakalamış, bazı anahtar kişiliklere ait olduğunu ifade eder ve bunların en çarpıcı örnekleri olarak Paris’teki Musée Picasso ile Pittsburg’daki Warhol Museum’u gösterir. [12] Schubert’in birer istisna olarak gördüğü monografik müzelerin ve tek koleksiyon müzelerinin Türkiye’deki durumu ise, Schubert’in teorisinin tam tersidir. Her iki tür müze de birer istisnadır ancak bir farkla: Kapsamlı müzelerin yokluğunda, sanat tarihinin gidişatını belirlemek konusunda önemli bir yeri olmayan bir sanatçının müzesi de, tek tek koleksiyonlardan oluşan müzeler de birer istisna olarak, Türkiye’de müzenin yokluğuna işaret eder. SAKIP SABANCI MÜZESİ: ARADA OLUŞ Bir koleksiyon müzesi olarak kurulan ama sonra “koleksiyon müzesi” türünü aşan müzelerden biri, 2002 yılında kurulan Sakıp Sabancı Müzesi’dir. Müze, Türkiye’de iş adamlarının sanata yatırımlarının, koleksiyonlarının kurumsallaştığı ilk müzelerden biridir. İstanbul Emirgan’da yer alan bir 19. yüzyıl yapısında, Atlı Köşk’te bulunan müze, Sabancı Üniversitesi bünyesine bağlıdır. Müze binası, 1951 yılında Hacı Ömer Sabancı tarafından yazlık ev olarak satın alınmış ve 1966 yılında Hacı Ömer Sabancı’nın ölümü sonrasında, 1969-1998 yılları arasında Sakıp Sabancı Ailesi’nin konutu olarak kullanılmıştır. 1998 yılında 49 yıllığına Sabancı Üniversitesi’nin kullanımına verilen yapı, 2002 yılında müze olarak açılmıştır. Atlı Köşk’ün birinci katında Sabancı Koleksiyonu’nda bulunan yaklaşık 400 adet Osmanlı hat sanatı koleksiyonu, porselenler sergilenmektedir. Müzenin resim koleksiyonunu ise, Osman Hamdi’den Orhan Peker’e uzanan bir süreçte Türk Resim Sanatı Tarihi’nin dönemlerinden kesitler sunan eserler oluşturmaktadır. Müzede daimi koleksiyonun yanı sıra, ek binada geçici sergiler düzenlenmektedir. Müzenin kuruluşundan günümüze kadar uzanan süreçte iki eğilim benimsediği görülmektedir: Bunlardan biri, koleksiyon geliştirme ve gelişen koleksiyonu en uygun koşullarda sergilemek; ikincisi ise, büyük sergiler ithal ederek prestij inşa etmektir. Sakıp Sabancı Müzesi’nde, 24 Kasım 2005–26 Mart 2006 tarihleri arasında düzenlenen “Picasso İstanbul’da” Sergisi ile birlikte ikinci eğilimin ağır basmaya başladığı görülmektedir. Sakıp Sabancı, 1987 yılında kendisi ile yapılan bir söyleşide şöyle demekteydi: “İşçi Hacı Ömer’in birinci nesil sanayici oğlu olarak birçok şeyi Batı’dan öğrendik. Dışarıya gittiğimizde gördük ki, bir Alman Bankası’nın sahibi, genel müdürü, rezervlerinden, altın stoklarından söz etmiyor. Toplantı odasındaki resimlerden konuşuyor. Onlarla övünüyor. Bunlar bizim kafamızda da yer etti. Bir gün karlı bir havada, Amerika’da, bizim eski kuyruklarımızı andıran bir kuyruk gördüm. Meğer insanlar Picasso sergisini görmek için beklermiş.” [13] 24 Kasım 2005–26 Mart 2006 tarihleri arasında “PICASSO İSTANBUL’DA” idi. Picasso’yu Rodin izledi ve bu satırlar okunurken “İstanbul’da Bir Sürrealist: Salvador Dali” olacak!!! İronik, değil mi? MÜZECİLİK YARIŞI: İSTANBUL MODERN SANAT MÜZESİ, PERA MÜZESİ, SANTRALİSTANBUL Sakıp Sabancı Müzesi’nin 2005 yılının sonlarına doğru, stratejisini değiştirip “blockbuster” sergilere yönelmesine aslında fazla şaşırmamak gerek. Zira 11 Aralık 2004 tarihinde İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin aç(tırıl)ılmasıyla birlikte, özel müzecilik bir yarış haline geldi. Burada İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin kuruluş öyküsünü anımsamakta yarar bulunmakta: Eczacıbaşı Topluluğu, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın kurucusu Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Koleksiyonu’nu uzun zamandır bir müzeye dönüştürmek istemektedir ve müze mekânı olarak 4 No’lu Antrepo’yu kiralamak üzere İstanbul Tophane’de Denizcilik İşletmeleri’ne başvurmuştur. Mekânın müze binası olarak kullanıma verilmesi üzerine hazırlıklarını yapmaya, mekânı müzeye dönüştürmeye girişen Eczacıbaşı Topluluğu, 2004 yılının Eylül ayında açılacağını küçük bir gazete haberiyle duyurmuşsa da [14], çalışmaların daha tamamlanmamış olmasından ötürü açılışını 2005 yılının baharına ertelemiştir. Ancak 2004 yılının son günlerinde Türkiye’yi kritik bir süreç beklemektedir, 17 Aralık 2004 tarihinde Türkiye’nin Avrupa Birliği müzakereleri başlayacaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin bir imaja ihtiyacı bulunmaktadır. İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin açılış töreninin Avrupa Birliği müzakerelerinden hemen önce gerçekleşmesi, kuşkusuz tesadüf değildir. Türkiye’nin yeni müzesinin yurtdışında çok ses getireceğini düşünen halkla ilişkiler şirketi, açılışta Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın da bizzat bulunmasıyla Türkiye’nin imajının daha da güçleneceğini vurgulamış olmalıdır ki, İstanbul Modern Sanat Müzesi, henüz hazırlıklarını tamamlamamış olduğu halde, 11 Aralık 2004 tarihinde, müzakerelere 6 gün kala, Başbakan’ın talimatıyla ve bizzat kendisi tarafından açılmıştır. İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupa ülkelerinin başbakanlarının, kültür bakanlarının, Türkiye temsilcilerinin çelenk gönderdiği ve bazı diplomatların bizzat katıldığı açılış töreni, tam da Türkiye’nin sanata ve kültüre ne denli önem verdiğini, ülkenin Başbakan’ının Avrupa Birliği müzakereleri sürecinde bile kültür-sanat olaylarına bizzat katıldığını göstermek için kurgulanan bir oyun niteliğindedir. Oysa durum, bu gösterilenin tam tersidir. İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin çok yakınında bulunan ve İstanbul Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nin (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Resim Heykel Müzesi) koleksiyonunu sergilemekten öte, korumaya bile yetemeyen durumu ve sonunda onarıma girmek üzere ne zaman açılacağı belli olmaksızın kapanması, Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nin yıllardır kapalı oluşu, İzmir Devlet Resim ve Heykel Müzesi’nin kadro sıkıntısı, Türkiye’de devletin kültür-sanat alanında hiç etkin olmadığının en somut göstergeleridir. Devletin hem kültür-sanat politikalarından yoksun olup hem de bunu bir halkla ilişkiler aracına dönüştürme çabası, uzun bir süre İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin yükü olmuştur, denebilir. İstanbul Modern’in erken açılması, koleksiyonundan mimarisine kadar çok sayıda eleştiriyi beraberinde getirmiş, namevcut kültür politikalarının bedelini İstanbul Modern ödemiştir. Ancak, deyiş yerindeyse eğri oturup doğru konuşmak ve kurumsallaşan koleksiyonlar arasındaki en yetkin örneğin İstanbul Modern Sanat Müzesi olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Bilindiği gibi, İstanbul Modern’in üst katta sergilenen daimi koleksiyonu, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın kurucusu Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Koleksiyonu’ndan oluşmaktadır. Türk Resim Sanatı Tarihi’ni sunmayı hedefleyen bu koleksiyon, Müze’nin açılışındaki ilk sergide, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Resim Heykel Müzesi’nden ödünç alınan eserlerle birlikte sergilenmiştir. Daimi koleksiyon, 2005 yılına kadar yapılan eser alımları ile yenilenerek 2005 yılında yeni bir düzenle sergilenmeye başlanmıştır ve daimi koleksiyon sergisinin yenilenmesi her yıl, Müze’nin kuruluş yıldönümünde yeni alımlarla birlikte yapılmaktadır. Daimi koleksiyonun yenilenmesi, hiç şüphesiz, bir müzenin bir koleksiyon politikasının varlığına işaret etmektedir ki, bu nedenle özel müzeler arasında koleksiyon gelişimine en çok önem veren müze olarak İstanbul Modern’in hakkını teslim etmek gerekmektedir. İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin daimi koleksiyonunu sergileme biçimi, eleştirilere maruz kalmış ve en çok da sergilerin kronolojik bir düzeni takip etmemesi eleştirilmiş; bunun nedeni olarak da koleksiyonunun yetersizliği gösterilmiştir. Halbuki İstanbul Modern’in daimi koleksiyon sergilerinin küratörlüğünü üstlenen Haşim Nur Gürel, Levent Çalıkoğlu ve Ali Akay’ın yaptığı, sergiyi eşsüremli bir biçimde tasarlamaktır. Bu da çağdaş müzeciliğin sergileme yöntemlerinden biridir. Sergilerin art süremli ya da kronolojik olarak kurulmayıp da, eş zamanlı olarak kuruluşuna açıklık getirmek ve de art süremli bir sergi anlayışının artık geçersiz olduğunu kanıtlamak amacıyla, araya Walter Benjamin’in (1892-1940), “Tarih Kavramı Üzerine” adlı yazısında dile getirdiği görüşlerini de eklemek gerekmekte, sanırım. “Geçmişin gerçek imgesi uçucudur. Geçmiş ancak, bir daha görünmemek üzere kendini gösterdiği an, birden parlayıp aydınlanıveren bir resim olarak yakalanabilir. ‘Hakikat bizden kaçamaz’: Gottfried Keller’in bu sözleri, historisizmin tarih anlayışında, tarihsel maddeciliğin tam da darbe indireceği noktaya işaret ediyor. Çünkü geçmiş imgesi, onda kendini amaçlanmış olarak bulmayan her bugünle birlikte, yitip gitme tehdidi taşır; bu imge bir daha geri getirilemez. (Tarihçi geçmişe bakıp hararetle müjdeler verirken, belki de ağzını açtığı anda artık boşa konuşmaktadır.)” [15] Benjamin’in, geçmiş imgesinin, bugüne taşınmadıkça, bugünle “kesişmesi” (vurgu benim) sağlanmadıkça yitip gitme tehlikesi taşımasını ve bir daha geri getirilemeyeceğini savunan görüşü, Türk Plastik Sanatlar Tarihi’nin ve bu tarihin yazımının, sunumunun en temel sorunudur. Yine Benjamin’in deyişiyle, “Geçmişi tarihsel olarak kurmak ‘onu gerçekten olduğu gibi’ tanımak değil, tehlike anında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir.” [16] Bu durumda yapmamız gereken, ara sıra parlayan anılarla mı yetinmektir? Nitekim bugüne dek ya da daha doğru bir deyişle İstanbul Modern’in tematik ve art süremli sergilerine dek, Türk Plastik Sanatlar Tarihi yazını da, sunumu da, bu anılarla yetinmiştir. Geçmişi tarihsel olarak sunmayı denemiş, üstelik bunu da başaramamış; tarihsel zaman ile şimdiki zamanı bir araya getirmeyi, “kesiştirme”yi kendine ilke edinememiştir. Türk Plastik Sanatlar Tarihi yazınının bize nasıl bir tablo sunduğunu düşündüğümüzde, vereceğimiz tek bir yanıt vardır: Olmayan kronolojinin tablosu ya da şablon bir tarih! Türk Primitifleri olarak anılagelen öğrenci kuşağını düşünelim, örneğin ve bunların ardından geliyormuş gibi sunulan Osman Hamdi, Şeker Ahmet, Süleyman Seyyit ve Hüseyin Zekai Paşa kuşağını. Eğer kronolojik bir şema üzerinden gideceksek, bu Türk Primitifleri adı verilen kuşakla Osman Hamdi kuşağı arasında ne kadar bir fark bulunduğunu düşünmemiz gerekli. Birkaç örnek verirsek; 1868 doğumlu Darüşşafakalı Şefik’in, 1871 doğumlu Ahmet Bedri’nin, 1873 doğumlu Darüşşafakalı Hüseyin’in 1842-1910 tarihleri arasında yaşayan Osman Hamdi Bey’den önce gelirmişçesine sunumu tuhaf değil midir? Bu birkaç örnek, Türk resminin, zaten art süremli değil; eş süremli olarak doğduğunu kanıtlamaz mı bize? Ya da topu topu iki yıl bir grup olarak faaliyet gösterip de daha sonra tıpkı bugünkü Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği gibi işleyen Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’ni [17] ele alalım. Şayet tıpkı tarih yazımımızda olduğu gibi, art süremli bir sergi kuracaksak, 1960’larda 1970’lerde neredeyse İzlenimcilik’e yaklaşan bir tarzda manzaralar gerçekleştiren ve tarihe Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği üyesi olarak geçen Şeref Akdik’i nerede konumlandırmamız gerekecektir? Bu durumda, Müstakiller dendiğinde, onlar grup faaliyetlerini sürdürürken ölen Muhittin Sebati’yi mi anmamız ya da sergilememiz gerekmektedir? Görüldüğü gibi, az sayıda somut örnek vermek dahi, art süremliliğin artık rafa kalktığını anlamamız için kâfi. “Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın ‘hala’ nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefi bir bakış değildir. Bu şaşkınlık bizi, herhangi bir bilgiye de götürmez, tek bir bilgi hariç tabii. Kaynağındaki tarih anlayışının iler tutar tarafı olmadığı.” [18] diyen Benjamin, 20. yüzyıldan bahsediyordu, üstelik ilk çeyreğinden!!! İstanbul Modern ve sergileme yöntemlerini bir kenara bırakıp “müzecilik yarışları”na dönersek… 11 Aralık 2004 tarihinde İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin açılmasından sonra, 2005 yılının Haziran ayında Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın koleksiyonundan oluşan Pera Müzesi açılmıştır. Basının alevlendirdiği “müzecilik yarışı” ise, henüz Pera Müzesi kurulmadan başlamıştır. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) tarafından satışa çıkarılan tablolar arasında yer alan Osman Hamdi Bey’in “Kaplumbağa Terbiyecisi”dir, bu yarışa neden olan. 13 Aralık 2004 tarihli Sabah Gazetesi’nde bu yarış şöyle yer almıştır: “İlk kez bir Türk ressamın tablosu, ancak dünyaca ünlü müzayede salonlarında rastlanan bir fiyata satıldı. Kıraç Vakfı, Osman Hamdi Bey'in tablosunu Müze Pera'da sergilemek üzere 5 trilyon liraya satın aldı. Açık artırmada Eczacıbaşı ile kıran kırana bir rekabet yaşandı. Fiyat 42 kez arttı. Müzayedeye Suna-İnan Kıraç Vakfı adına katılan Ahmet Keskiner rakam çok yükselince fenalık geçirdi. Kaderin cilvesi! Müze Pera, el konulan Esbank'ın merkez binasıydı. Tablo da İktisat'ındı... Böylece batıkların malları, özel girişimciler sayesinde yine kamu hizmetine girmiş oldu. (…) Pera Müzesi'nin en son 5 trilyon lira vererek tabloyu alması, katılımcılar tarafından alkışlarla karşılandı. Pera Müzesi adına müzayedeye katılan Suna ve İnan Kıraç Vakfı Sanat Danışmanı Ahmet Keskiner, gazetecilere yaptığı açıklamada, özel bir koleksiyonda yer alan bu yapıtı Türk halkıyla paylaşmak için satın aldıklarını dile getirdi. Keskiner, "Bütün gayemiz, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi'ne bu başyapıtı kazandırmak, Türk halkıyla paylaşmaktır'' dedi. Başbakan'ın önceki gün açılışını yaptığı İstanbul Modern Sanatlar Müzesi ise, "Kaplumbağa Terbiyecisi" için yarışı kaybetti ama, Fahr El-Nissa Zeid'in 20 tablodan oluşan koleksiyonunu 800 milyar liraya, Nejat Melih Devrim'in soyut kompozisyon çalışmasını 56 milyar liraya, Ömer Uluç'a ait bir tabloyu 30 milyar liraya, Ferruh Başağa'nın yağlıboya tablosunu 50 milyar liraya, Burhan Doğançay'ın "Muhteşem Çağ" tablosunu da 87 milyar liraya satın aldı.” [19] Basının bu kışkırtması, müzeciliği tek bir tabloya indirgeyebilmesinin de bir örneğini oluşturmaktadır. İstanbul Modern Sanat Müzesi ile Pera Müzesi’nin farklı kulvarlarda olduğunu düşünmek, bu çevrenin işine gelmemiştir. İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin çekirdeğini oluşturan Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Koleksiyonu, bir plastik sanatlar koleksiyonudur ve Türkiye’nin plastik sanatlar tarihini sunmayı hedefler. Halbuki, Pera Müzesi’nde Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın üç koleksiyonu sergilenmektedir: Müzenin ilk katında Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri Koleksiyonu ile Kütahya Çini ve Seramikleri Koleksiyonu yer almakta; ikinci kattaki Sevgi ve Erdoğan Gönül Galerisi’nde de, 17. yüzyıldan 19. yüzyıl başlarına uzanan bir dönemde Osmanlı dünyasından esinlenmiş Avrupalı "oryantalist" ressamların önemli yapıtlarını bir araya getiren Oryantalist Resim Koleksiyonu yer almaktadır. Dolayısıyla Pera Müzesi’nin koleksiyonu ile İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin koleksiyonunu karşılaştırmak, abesle iştigal etmekten öteye gitmez; zira her iki müze de farklı koleksiyon yapılarına sahiptir. 8 Eylül 2007 tarihinde “Modern ve Ötesi” başlıklı sergiyle açılan İstanbul Bilgi Üniversitesi’ne bağlı Santralistanbul projesi ise, daha en başından bir koleksiyon oluşturmayı reddetmiştir. Semra Germaner, Fulya Erdemci, Orhan Koçak ve Zeynep Rona tarafından hazırlanan “Modern ve Ötesi”, tartışmaların hedefi olsa da, Türkiye’nin 1950–2000 yılları arasındaki 50 yıllık sanat üretimini gözler önüne sermeyi amaçlamış ve serginin açıldığı 8 Eylül 2007 tarihinden sona erdiği 15 Haziran 2008 tarihine dek, nasıl bir müze kurgulamamız gerektiği konusunda düşünmemizi sağlamıştır. Karsten Schubert’in Küratörün Yumurtası: Müze Kavramının Fransız İhtilalinden Günümüze Kadar Olan Evrimi adlı kitabında dikkat çektiği noktayı artık kabul etmemiz gerekir: “Artık müzeler küratöryel dokunuşları saklayarak yalnızca sonuçta oluşan ürünü sergileyip, “işte budur” demek yerine, altta yatan bütün karar verme işlemini gözler önüne sererek, “bu bizim görüşümüz (ve sizlerin buna katılmama hakkımız var-ki bunda haklı da olabilirsiniz)” diyorlar.” [20] Günümüz dünyasında müzeler, kökten değişime uğramıştır ve yakın zamana kadar müzeyi kendilerine uzak gören, yeni izleyici kitlelerine, eskiden kurumsal kapsamın dışında kalan sanat ve sanatçıya ve eskinin tek yönlü anlatımında kendine yer bulamayan, yeni küratöryel görüşlere doğru açılmışlar ve bu gelişimler politik ve ekonomik değişimlerle de desteklenmiştir. Türkiye’deki müzelerin durumu ise ikili bir yapı sergiler: Bir yanda kökten yok olmak üzere olan Devlet Resim ve Heykel Müzeleri; diğer yanda ise, yeni yaklaşımların, açılımların benimsendiği özel müzeler… Müzelerin talepleri yerine getirmeleri ve kurumsal boyutta eser yaratmaları (prestij yaratmaları) ezici bir baskı olabilir ancak bir orta yolun bulunması elzemdir. Koleksiyon açısından da, mekân a [1] T.C. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 21 Temmuz 1926, Karar No. 3845’ten aktaran Semra GERMANER, “Mimar Sinan Üniversitesi Resim ve Heykel Müzesi Kuruluşu ve Bugünü”, Sanat Çevresi, Özel Sayı:4, Mart 2003, s.118-119. [2] A.g.y., s.120. [3] Atagök’ün “şimdi söylediğiniz rakamlara baktığınız vakit”ten kastı, Müze Müdürü Prof. Ferit Özşen’in aynı oturumda Müze’nin envanter sayısını 11.000 olarak açıklamasıdır. [4] 12 Mayıs 2007 tarihli İstanbul’da Müzecilik ve Koleksiyon Gelişimi atölyesi, konuşma kayıtları. [5] 12 Mayıs 2007 tarihli İstanbul’da Müzecilik ve Koleksiyon Gelişimi atölyesi, konuşma kayıtları. [6] 12 Mayıs 2007 tarihli İstanbul’da Müzecilik ve Koleksiyon Gelişimi atölyesi, konuşma kayıtları. [7] 12 Mayıs 2007 tarihli İstanbul’da Müzecilik ve Koleksiyon Gelişimi atölyesi, konuşma kayıtları. [8] 12 Mayıs 2007 tarihli İstanbul’da Müzecilik ve Koleksiyon Gelişimi atölyesi, konuşma kayıtları. [9] 12 Mayıs 2007 tarihli İstanbul’da Müzecilik ve Koleksiyon Gelişimi atölyesi, konuşma kayıtları. [10] 12 Mayıs 2007 tarihli İstanbul’da Müzecilik ve Koleksiyon Gelişimi atölyesi, konuşma kayıtları. [11] Bu konuda ayrıntılı bilgi için Bkz. Burcu PELVANOĞLU (Ed.), Modern Türk 2, Özel Koleksiyonlardan 1950-1970 Dönemi Türk Resim Sanatı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları, İstanbul, 2007. [12] Karsten SCHUBERT, Küratörün Yumurtası, Müze Kavramının Fransız İhtilalinden Günümüze Kadar Olan Evrimi, Çev. Rana Smith, İstanbul Sanat Müzesi Vakfı Yayını, İstanbul, 2004, s.100-103. [13] Doğan HIZLAN (Haz.), “Duvardaki Servetler-3: Resim Biriktirmek: Tutku mu Yatırım mı?, Hürriyet Gazetesi, 19 Mayıs 1987. [14] ANONİM, “İSTANBUL MODERN Müzesi”, Cumhuriyet Gazetesi, 16 Nisan 2004. [15] Walter BENJAMİN, “Tarih Kavramı Üzerine”, Son Bakışta Aşk, Çev. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, İstanbul, 2001, s.41. [16] A.g.y., s.41. [17] Burcu PELVANOĞLU, “Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği”, http://www.sanalmuze.org/ [18] Walter BENJAMIN, a.g.y., s. 43. [19] Bülent ERGÜN, Ali ÖZLÜER, “Koç Rekor”, Sabah Gazetesi, 13 Aralık 2004. [20] Karsten SCHUBERT, a.g.y., s.65.

Hiç yorum yok: