10 Nisan 2006

picasso-ara sıcak

e-maillerle bana da ulaşan bir anekdot. erol manisali'nin gozlemleri: 26 Mart Pazar, güneşli bir hava. Aynı zamanda Emirgân'daki Sabancı Müzesi'nde aylardır süren Picasso sergisinin son günü. Uzun bir kuyruk İstinye'ye doğru kaldırımları doldurmuş. Müzenin görkemli bahçe kapısının önünden geçenler keskin bir kokoreç kokusu ile haşır neşir olmak zorundalar. Sevenin içini çekeceği, sevmeyenin burnunu kapatarak geçeceği bir keskinlikte. Seyyar satıcının arabasından çıkan duman sakin bir Boğaz sabahında Emirgân önlerinde seyreden kömürlü Boğaz vapurunu hatırlatırcasına havada hafif hafif dalgalanıyor. Kokusunu alamayan, dumanın görüntüsünden bile anlar bunun kokoreç dumanı olduğunu. - Müze bahçesinin önündeki kalabalık kuyruk bir yandan Picasso ıstırabı çekercesine saatlerini tüketirken kokoreççiyle de beraber olmak ve bu dumanı koklamak zorundalar. Bana göre uyumlu bir çift, Picasso ve kokoreççi. Picasso'nun yaşamını biraz bilenler, onun İspanyol İç Savaşı'ndaki duygularını tadanlar Boğaz'ın kokoreççisiyle örtüşebileceğini çok iyi anlarlar. Sanat dergilerinden çok sosyete sütunlarında İstanbul pazarlaması yapılan Picasso'nun bizim kokoreççiyle zıtlığını düşünmek hataların en büyüğü olur. Eserlerinde faşist Franco' ya karşı yıllar yılı direnen ve sosyalistlerin yanında yer alan bu insan Boğaz'ın kokoreççisini nasıl sevmez ki... - İstanbul'da Picasso'nun sanatından çok ambalajı pazarlandı. İnsanlar, 'Kurtlar Vadisi Irak' a gider gibi Picasso'ya gittiler. Yoksa resim sevdikleri için değil. Gazeteler, televizyonlar, radyolar her gün ondan söz ettiği için gidip kuyrukta beklediler. Yurtdışına gidenlerimizin acaba binde kaçı gidip de bir Picasso sergisini para ve zaman ayırarak dolaşmıştır? Binde biri mi, on binde biri mi? - Evet, sosyetik ve medyatik coşkun pazarlamalar sonucu kuyruğa giren yüz binler Picasso sergisinin karşısındaki kokoreççiye şaşırmış olabilirler. Eğer Picasso, o pazar günü civarda olsa hiç şaşırmazdı. O daha çok kuyrukta bekleyenlere şaşırırdı. Pazarlaması çok iyi yapılan bir ürünü görmeye geldikleri için. Picasso kokoreççiye şaşırmazdı; hiç ilgi duymadıkları halde sırf medyada pompalandığı için gelen yüz binlere şaşırırdı. İnsanların nasıl yönlendirildiğini gördüğü için belki de üzülürdü, hayıflanırdı. Orhan Peker de kimmiş? Bir gün önce Etiler'deki Atatürk Kültür Merkezi'ni ziyaret ettim. Orhan Peker 'in resim sergisi vardı. Eserlerini bir saat boyunca rahat rahat seyrettim. Salon bomboştu. Bir saat boyunca 10-15 dolayında insana rastladım, hem de bir cumartesi günü, 25 Mart 2006'da... Orhan Peker çok ünlü bir ressamımızdır, bilenler bilir. Ama salon bomboştu, üzüldüm. Picasso ve Orhan Peker; birinde meraktan giden medyatik yüz binler; diğerinde yalnız meraklısının gittiği bir ressam. Bu iki örnek insanımızın medya tarafından nasıl sürüklendiğinin ve adeta "bir sürü haline nasıl sokulduğunun" resmidir. Bu arada birkaç ay öncesinde Picasso sergisini görmeye gittiğimde resimler kadar çevremdekileri de izledim. Gazetelerin, televizyonların, duvar ilanlarının insanımızı nasıl sürüklediğini gördüm. Picasso'nun resimleri yerine reklamı çok iyi yapılan şey Medrano Sirki bile olsa durum değişmezdi. aynı kalabalık yine giderdi. Gidenlerin yüzde biri keşke, onun politik yaşamını da biraz bilseydi... Onun büyüklüğündeki derinlikleri binde birimiz daha iyi anlardık, o bile yeterdi. Gidenlerin çoğu arkadaşlarına, "Picasso'ya gittiğini söylemek için" gitmişlerdi. Picasso kim bilir ne kadar üzülmüştür. O belki de, giriş kapısının karşısında mekân tutmuş kokoreççiyi tercih ederdi. Kokoreççi Picasso'yu görmeye gitmedi. Gitseydi de bir şey anlamazdı zaten. En azından dürüst davranmıştı. Bana göre Picasso kokoreççiyi tercih ederdi. EROL MANİSALI

Hiç yorum yok: