08 Nisan 2006

balkan naci islimyeli ile söyleşi

35. sanat yılını MATAH ve ZİFİR sergileri ile kutlayan Balkan Naci İslimyeli ile yapılan söyleşi, plato dergisinin 4. sayısında, kesilerek yayimlanmistir. burada söyleşinin tamamı yer almaktadır. Burcu Pelvanoğlu: Bu yıl, 35. sanat yılınız olması dolayısıyla iki sergi açtınız. MATAH ve ZİFİR. İsterseniz, sergilerden önce sizin sanatınızın temeli olan “geleneksel olan” ve “geleneksel olan”ı bugüne taşımak üzerine konuşalım isterseniz. Balkan Naci İslimyeli: Gelenekle benim bağım, geleneği bir bellek deposu olarak görmem ve belleğin çok gerekli, olmazsa olmaz bir şey olduğuna inanmam. Onsuz sanat yapılamayacağına inanmam. Biliyorsunuz modernite, gelenekle bağı radikal bir biçimde koparma bir deneyiydi. Bu kopmanın sonunda da hazırlanan projelerin, çıkışların kaynağı bilimin mutlak keşif duygusundan ilham alan bir şeydi; yani sanat, bilimin verilerini takip ediyordu. Kübizm, Cézanne kadar atomun fikrinden; atomun parçalanması fikrinden; Fütürizm, makine ve hız estetiğinden esinlenmiştir. Ama daha sonra anlaşıldı ki, insan belleği böyle çalışmıyor. Modernitede olduğu gibi sıralı zaman kavrayışını reddeden ama “zaman”la bağlarını da radikal olarak koparmamış yeni bir arayış dönemine girildi. Benim paylaştığım şey, bu dönem. Buna kimileri Postmodernizm diyor; başka adlar verenler de var; ama önemli olan şudur: Bruno Munari’nin söylediği bir şey var: “Yaratının ürünleri, düşüncenin gördüklerimiz ve bildiklerimiz arasındaki bağlarından doğar”, diyor. Ben buna bir şey daha ekliyorum: “Yaratının ürünleri, düşüncenin gördüklerimiz, bildiklerimiz ve hatırladıklarımız arasındaki bağlanımdan doğar,” diyorum. Belki, bilgi de bu hatırlama unsuru da var. Dolayısıyla sıralı zaman kavrayışını reddeden, bütün zamanları kapsayan tümel bir anlayış, hem zaman açısından hem diğer sanatlara açılımlar kapsamında, bana çok yatkın gelen bir şeydi. Her zaman tek bir malzeme sanatçısı olmayı reddettim tek bir zamanın sanatçısı olmayı reddettim. Tekil sınıflandırmalara karşıyım. Onun için gelenek, benim için bir zincirin parçası olmak hadisesi değil; insanlık tarihinin büyük hikayesine sahip olmak ve kendimden önce yapılanları bilerek ona bir şey ekleme sorumluluğu taşımaktan ibaret. Benim gelenekle bağım, özetle bunlar. B.P.: Peki, gelenek ile birlikte belki, “zaman” ve “coğrafya” konularını da açabiliriz. “Zaman” kavramı üzerine yoğunlaşmanız; Doğu ve Batı ayrımlarını bir araya toplamanız ve de tabii, “bellek”le ilişkili olarak. B.N.İ.: Evet, bu açıdan bakarsak Doğu’nun ve Batı’nın zaman kavrayışları arasında büyük farklılıklar var. Zaman kavrayışı, hayat kavrayışını doğuran bir şey çünkü hayat dediğimiz şey, bir zamanın adıdır; sınırlı bir zamanın adıdır. İnsan hayatına bakıştaki farklılıklar aynı zamanda zamana ilişkin bakış açılarındaki farklılıkları ortaya koyar. Ben kalben Doğuluyum yani zamanı bir maddi değer olarak görmüyorum. Ben zamanı yavaş yavaş cereyan eden ve belli bir birikimin adı, devrolan bir birikimin adı olarak görüyorum. Doğulu zaman kavrayışı bu, daha döngüsel, birbirini tamamlayan bir zaman kavrayışı; kesintilerle bölünmüş bir zaman kavrayışı değil. Doğu’nun yaşama verdiği anlam, bir yansıma, bir varoluş ve bu varoluş süreci içinde dünyayı anlamlandırma arayışıdır. Kendinden kalkıp kendine dönen bir süreçtir. Batı’daysa karşıtlıklarla kesilen ve hep bir sonrasını hedefleyen bir süreçtir. B.P.: Karşıt süreçlerin üretimi ve buna bağlı olarak karşı akımlara dayanma… B.N.İ.: Evet, evet o çelişkilerden bir sonuç çıkarma fikrine dayalı bir bakıştır. Benim resimlerimde kullandığım en belirgin kompozisyon şeması, bakışıklı kompozisyonlardır. Kesinlikle enerji, karşıtlık yüklü şemalar kullanmam; seyredeni fikre odaklayabilmek için hep bakışıklı bir şema kullanmışımdır; yani simetri kullanmışımdır. Simetri, bize öğrencilik yıllarımızdan beri men edilen bir şeydir. Benim de özellikle üstüne gittiğim bir yapı oldu. Çünkü simetriyi kullandığınız zaman, belli bir zaman kavrayışını kullanıyorsunuz ve seyredenin zihinsel enerjisini söyledikleriniz üzerinde yoğunlaştırıyorsunuz; yani kaçamaklar yok burada ve ruhta yoğunlaştırıyorsunuz. Bu anlamda, Doğu-Batı kavrayışları arasında derin farklılıklar var. Ama ben Batı’nın tekniğini, yöntemini, analizci karakterini, bilimsel disiplinini kullanmışımdır, çok da saygı duyarak kullanmışımdır. Çünkü benim hayat hikayem, Doğu ile Batı arasında göçmenlik süreciyle devam eden bir şey. Sadece Anadolu’da doğmuş olmaktan kaynaklanan bir şey değil bu. Benim ailem, Evlâd-ı Fatihan denilen, Fatih Dönemi’nde Balkanlar’a yerleştirilmiş Türk ailelerinden, yani Avrupa’nın içinde cereyan eden birkaç kuşaklık hikayesi var, sonra buraya devrolunuyor. Dolayısıyla ben, Doğu’yla Batı’yı olumlu açılardan baktığımızda, dünya sanatının ve bu coğrafyadan kaynaklanan büyük kültürün tarafları olarak görüyorum ve Anadolu kültürünü de buradaki tarihi, zamanı, zamanın getirdiklerini de çok büyük bir birikim olarak benimsiyorum. Bu birikim modern sanatın yapılabilmesi için bence çok verimli bir kaynak oluşturuyor. Çünkü bütün kültürlerin çıktığı coğrafya burası, kendiliğinden evrensel bir temel var burada ve Batı’da bulamayacağımız bir şey bu. B.P.: Kültürel mozaik olarak adlandırılan mesele… B.N.İ.: Batı’nın temeli olan, Hıristiyanlık kültürünün kökenleri de bu coğrafyada, Mezopotamya’da. Gelmiş geçmiş en büyük uygarlık olan Mısır kültürü, örneğin. Bu büyük kültür Akdeniz yoluyla Yunan’a ulaşıyor. Bana sorarsanız Yunan kültürü, Mısır kültürünün popüler formudur. Esas büyük kültür, Mısır kültürüdür. Din kültürüdür diye asla küçümsenemez, burada insanın varlık ve kimlik sorunları üzerine, arkaik korkuları üzerine, gelecek hayalleri üzerine ilk ve büyük birikim vardır ve bu olağanüstü bir kaynaktır. Dolayısıyla bütün bunları çok erken sezmiş ve Batı’da hayatının yedi yılını geçirmiş biri olarak inanıyorum ki, Dünya kültürünün kaynağı, rahim alanı bizim bulunduğumuz coğrafyadır. Bu kesinlikle yurtsever bir söylem değil;derin bir inanç. B.P.: Demin simetriden bahsettiniz, öğrencilik döneminizde simetriden men edilmekten ama bunu sizin daima kullanmak istediğinizden. Şimdi ben bu iki sergiye baktığım zaman bu simetriyi görüyorum aslında. Bağlayıcı unsur gibi de düşünebiliriz. “Çile” videosundaki metronomla ve “Hiç” yazısı ve de sözüyle. B.N.İ.: Simetri, benim resmimde başından beri var demiştim ve çok bilinçli bir tercih olarak var demiştim. Bu iki sergide de o görülüyor. Mesela benim dönemlerimi, benim araştırıcı yanımı sanki birbirini yalanlayan bir dizi etkinlik gibi görmeye çalışan insanlar var. Halbuki direnç noktalarına bakıldığında, bunun ne kadar tutarlı bir bütünlük oluşturduğu görülebilir. İşte bu zaman kavrayışı burada da var, hatta video filmlerinde de var. “Hiç” sözcüğü de, hem yadsıyıcı hem de “tevekkül” ilham eden yanıyla hem benim içimdeki hem de içimizdeki dualitenin tam karşılığı. B.P.: Performansta da var. B.N.İ.: Performansta da var. Karşılıklı iki şeyin birbirine aktarılan enerjisi, değil mi? Japonya’da medidatif bir şeydir; insanların karşı karşıya gelip sessizce birbirlerine bakmaları, birbirlerinden sözlü dili kullanmadan bir enerji akışı sağlamaları… Ne kadar anlamlı gelir ve bu da simetriye dayanan bir şeydir. Bir de tasavvuf simetri üzerine kuruludur yani varlık, Tanrı’nın bir yansıması. Biz bir sadâyız, bir aksiz, bir yansımayız dünyada, bir şeyin yansımasıyız. Hayata öyle bakan bir görüş bu. Bütün bunlar belki soluduğum coğrafyanın bana ilham ettiği derinlikler. Tekniğim, takip ettiğim çizgi ne kadar çeşitlenirse çeşitlensin bütün bunları korumaya ve bunlara dikkat çekmeye özen gösterdim. Buradaki zaman da, mesela klasik video filmlerinden çok uzun bir zaman. 4-5 dakika, 7 dakikayla sınırlı bir şeyken ben burada yarım saatlik şeyler yaptım. Çünkü burada anlatılmak istenen şey, depresif bir zaman tablosuydu. Belli mekan sınırları içine kapatılmış kadınların mahkum edildikleri zaman, hayallerle doldurdukları, bir türlü geçmeyen, depresif bir zamanın tanımlanması. Metinler buna eşlik ediyor, hatta sözcükleri bile hecelere bölerek bir zamanın tik-taklarına uyarladım. Sözcükleri de karşıt bir tez olarak değil; tamamen zamanın kurgusu içinde kullanmaya çalıştım. Bütün bunların dikkati çekmesi biraz çaba gerektiren bir iş. Sanatçıyı izlemek lâzım, sanatçının direnç noktalarını bilmek lâzım. Bizim izleyicilerde öyle bir dikkat yok ama öyle bir dikkat olmasa bile, sezgisel olarak ilgilerinde ve meraklarında, yaptığım işlere, bunun bilinçaltı kaynaklarına sahip olduklarını görüyorum. Bir şey onları çekiyor oraya, kendilerinin bile açıklayamadığı bir şey ve o şey, bu coğrafyanın derinliği. B.P.: “Çile” videosunu 1984’teki fotoromana bağlamıştım ben, aslında onun bir devamı gibi, “Bir Ev Kadınının Fotoromanı”na. Bir de çile sarıp çile doldurmak meselesine, o uzun zaman diliminde ve depresif bir zaman diliminde. Hem popüler kültüre bir gönderme var burada , sözcüklerdeki “Kuşum Aydın”, göbek atan kadınlar, televizyon dünyasına hapsedilmiş bir kadın… B.N.İ.:Evet, kadın, oradaki yüzün ekrana yansıması hep imgeseldir, dikkat ederseniz metinde. Görüntü içine görüntü katar, sözcük katmaz; yeni görüntüler katar. Bir tür bindirme gibi, süperpoze gibi kullanılmıştır sözcükler burada. B.P.: Çarpıcı bir nokta, daha önce de belirttiğim gibi, Yunus’un dergaha girmek için çile doldurması ve videodaki kadının da çile sarması. B.N.İ.: Çile doldurması, evet, burada hakikaten kadının ev içindeki hayatı, bir tür çile doldurma süreci gibidir. Hatta Doğu, sanatı da böyle algılar. Mesela eski minyatür ustaları kör olana kadar çalışırlar ki, o bir kademedir. Eğer işi uğruna körlük mertebesini elde ediyorsa o görkemli bir şeydir. Doğu’nun ruhunda bir çilekeşlik var ama bir tür arınma olarak çilekeşlik, mükemmelleşmek için çilekeşlik. Batı’da çile bir tür ceza ritüeli olarak kullanılır, suçlu bedenin karşılığıdır. B.P.: Suç sergisinde de sizin gösterdiğiniz bir şeydi bu. B.N.İ.: Evet, ama o tamamen Batı kültürünün oluşturduğu geçen yüzyılın kıyımlarına ilişkin bir şeydi. O kültürün dünyanın başına açtığı krizlerle ilgili bir kronolojik döküm. Orada Doğulu olan şey, sadece tasnifimdi. B.P.: Evet, ama siz girdiniz devreye orada da. B.N.İ.: Ben girdim, doğru. B.P.: Buna da değinebiliriz, sizin devreye girişiniz. Sizinle daha önceki görüşmemizde de dile getirmiştiniz. Sizin sanatınızda sanatçının kendi imgesi de devreye giriyor. Çok öncesinden beri, Deli Gömlekleri’ne dek giden bir çizgi. B.N.İ.: Ben daha öncesinden başlayayım. Benim ilk pastel resimlerim, Dekadans serisiydi. Ailesel öykümün, bir tür Osmanlı saray ailesinin yavaş yavaş varlığını yitirmesi, toplumsal saygınlığını yitirmesiyle beraber bizim ailemiz içinde yaşanan çözülmeleri dinleyerek büyümüş biri olarak onların üzerine gittiğim bir seri var. Hep mekân ve insan arasında cereyan eden bir gerilim vardır resimlerimde. O ilk pastel resimlerimde de bu vardı, neredeyse tek bir insan veya hatta insan bile yok; tüten bir sigarayla temsil edilen bir insan, boş mekânlarda. B.P.: Zaman orada da devreye girmiş, “bir sigara içimlik zaman”. B.N.İ.:Bir sigara içimlik zaman fikri devreye giriyor, evet. Zaman fikri hep var. Sonra Odalıklar adlı siyah beyaz bir seri yaptım, İtalya dönüşü. Orada da yine, kapalı mekânlar içindeki hayal oyuncaklarıyla avunan kadın portreleri vardı, bir yalnızlık serisi. Bu benim çocukluğumdan beri karşı cinsin mahkumiyeti üzerine duyduğum bir hassasiyet, bir acı. Bu birikmiş bir şeydir ve hep resimlerimde vardır. Dejavu’de de onu kullandım mesela, yine o kadınların, hala bugünün Türkiye’sinde 16.-17. yüzyıl Avrupa resmindeki atmosferde yaşamaları. Dejavu’de de böyle bir bindirme kullandım. Bu hep süregelen bir şey. Ev Kadınının Fotoromanı da, ilk fotoğraf denemesiydi Türkiye’de. Kimi fotoğrafçıları kızdıran bir şeydi, şimdi bu sergiler kimi modacıları ne kadar kızdırıyorsa, onları da öyle rahatsız etmişti. Tepkiler de almıştım, övgüler de almıştım. O seride kadının tek oyuncağı vardı ev içinde: Giysiler, giyip çıkarılan, denenen giysiler ve aynalar. Yalnızlık oyuncakları. Tabii ayna bu tasavvuf fikriyle de örtüştüğü için benim tercih ettiğim bir şeydir ama Batı’daki kullanımından çok farklı. Orada Narsistik bir şey vardır. Venüsler ellerinde aynalarla kendi güzelliklerine bakarlar ya da melekler tutar aynaları. Bu çok farklı bir şeydir. Bu, kendine bir ruh arama, ruh ikizi arama, bir partner arama isteğinden gelen bir şey. Kendi imgemi kullanmama gelince, yüzün, sûretin yasaklanmış anlamlarla yüklü bir benlik, kimlik iddiası taşıdığı bir yapının takipçileri olan bizler için, cesaretle “ben” demenin ve insani bütün durumların, kavrayışların varsa suç ortağı olabilmek için kendi imgemi ısrarla kullandığım dönemlerim oldu. B.P.: Bektaşî kültüründe olan bir şey. “Aynayı tuttum yüzüme Ali’yi gördüm yüzümde”. B.N.İ.: “Aynayı tuttum yüzüme Ali’yi gördüm yüzümde”, evet, bir tür yansıma. B.P.: Sergideki giysi-heykelleriniz üzerine konuşalım isterseniz biraz, modacıları hicvetmeniz üzerine gidelim. Modacıları ve yine popüler kültürü hicvetmeniz. B.N.İ.: Evet, benim popüler kültüre bakış açım, mesela Pop Art’ın bakış açısından çok farklı. Ben popüler kültürü, kitle kültürünü fikir olarak reddeden ama onun içinde toplumsal bilinçaltının verilerinin yattığını, onları okumak gerektiğini ve genel bir kavrayış tablosu edinebilmek için onların birer hazine olduklarına her zaman inanırım. Tüm o “kitcsh” eşyaların birer hazine olduklarına inanırım. Kitcsh’te “orijinal” kavramına bir sataşma, üst sanatın dokunulmazlığına ve tekliğine ironik bir karşı koyma, onları çoğaltarak, yeniden üreterek ev ölçeklerine uyduran tatlı bir yaratıcılık vardır. Burada hoş bir gerilim görüyorum ben, yani kitcsh kültürüyle üst sanat dediğimiz şey arasında. Burada bir tercih edilen temalara baktığınız zaman, onları analiz ettiğiniz zaman çok insani bir panaroma çıkıyor eşyaların tümünde. O toplumu okuyabilmek için, hepsini bir gösterge olarak çözmeye çalıştığınız zaman çok büyük, verimli bir alan kazanıyorsunuz. B.P.: ZİFİR üzerine konuşalım isterseniz biraz da. İlkokul önlüklerine geri dönmüşsünüz orada da. B.N.İ.: Evet, Zifir’deki seri, bundan daha farklı tabii. Yine giysi üzerine ama oradaki giysi şablonu, ilkokul önlükleri. Bundan önceki sergilerde de çok kullandım onu ama burada ilk defa çok boyutlu, filmle de desteklenen metinle de desteklenen geniş bir çerçeve içine oturttum. B.P.: Bu, üniformalara bağlanışımızın ilk yılları. B.N.İ.: İlk yılları. Giysi, insan bedeni üzerindeki, ilk ve büyük ayırımcı basınçtır. Sizi önce cinsiyet olarak ayırır diğer insanlardan. “Sen kadınsın, şöyle giyinmen lâzım”, der kadına; erkeğe de der ki, “sen erkeksin, böyle giyinmen lâzım”. Sonra o baskı daha çeşitlenir, dallanıp budaklanır ve toplumun size koyduğu kotaları üzerinizde taşımaya sizi mahkum eden bir işaretler sistemine dönüşür. Ben o basıncı ilk defa çocukluğumda siyah önlükleri giydiğim zaman hissettim. Özgür ruhlu bir insanın eğitime karşı her zaman bir direnci vardır, doğru budur diye önüne konan şeylere bir direnci vardır. Ben her zaman huysuz bir öğrenci oldum. Hep sinirli ve gergindim ve de kuşku duyardım öğretilenlerden. Onun için eğitim dönemi, benim için suçlu bir öğrencilik dönemi oldu. Daima antitezler geliştirmeye çalışırdım. Bunun için belli bir birikime de sahip olunması gerektiğini bildiğimden çok okuyarak, ciddi verilerle çıkmaya çalışırdım. Tabii, çocuksu bir karşı koyma o dönemler için. Halbuki çocukluğun en güzel tarafı nedir? Güvenli bir dünyada yaşadığınız fikridir. Ben öyle bir çocukluk yaşamadım, o kuşku zehiri ile doğdum ve o ilk reddettiğim şablon, o giysiydi: Devletin üzerime oturttuğu o siyah giysi. Bunun insan hayatında çok önemli bir yeri var, kimse itiraf etmese de, hatırlamasa da çok büyük bir kara leke olduğuna inanıyorum ben bunun. B.P.:Tabii ki, benim ilkokulumun son yılında siyah önlükten mavi önlüklere geçilmişti de, ona bile oh dediğimizi hatırlıyorum. B.N.İ.: Değil mi? Ona bile. Şimdi daha büyük baskılar da vardı, ben hatırlarım mesela. Beattles çok modaydı o zaman ve ben saçlarımı uzatmıştım. Haşarı bir öğrenciydim lisede. O sırada da Keşanlı Ali Destanı’nı oynuyorduk. Ben orada İzmarit Nuri rolündeydim, Genco Erkol’ün oynadığı rolü oynamıştım. Birkaç rolüm daha vardı. Okulun bilgi yarışmaları sorularını bile bana hazırlatırlardı. Edebiyat hocam, sanat hocalarım beni el üstünde tutarlardı ama fen hocaları nefret ederlerdi. İki grup hoca öğretmenler lokalinde benim için çatışırdı. Kimine göre beş para etmez bir adamım; kimine göre korunması gereken bir adamım ve hatırlarım, saçlarımı uzattığım için okul müdürü bayrak töreninde bir açıklama yapmak zorunda kalmıştı. “Balkan Naci’nin saçını uzun görüyorsunuz, ona özenmeye kalkmayın. O rol icabı saçını uzatıyor, çünkü okulun temsilinde rolü var.” diye. Benle baş edemeyince… B.P.: Kılıfına uydurdu… B.N.İ.: Evet, böyle bir şey yaşamıştık o zaman, hatırlıyorum ve yani bende ne kadar dirençli bir karşı koyma olduğunu göstermek açısından anlatıyorum. Böyle hatıralarla dolu, hep çekişmeli bir dönemdi ama hala dostumdur mesela hocalarımla, o dönemdeki hocalarımla. Arkadaşça bağlarımız vardı ve katkıları oldu tabii, beni o cehennemden kurtarmak için. Üniversiteye kendimi attığım zaman bir rahatladım ama ondan sonra da sosyal darbeler, içeriye girmeler, çıkmalar… Hayatımız hep böyle, eğitim alanlarında hep bir mahkumiyet süreci cereyan etti. Onun için Zifir’deki önlükler, devlet baskısının ilk işaretleridir ve onun yetişen kuşaklar üzerindeki ağırlığını, tortusunu ortaya çıkarmak istedim o giysilerle. B.P.: Tatbiki’deki eğitiminizin tasarım üzerindeki etkilerinden söz edebiliriz bir de. B.N.İ.: Tabii biz eğitim olarak Bauhaus esinli bir eğitimin devamıydık. Ama bu eğitimin Türkiye’nin ekonomik gelişme sürecinde tam bir karşılığı yoktu. Çünkü Bauhaus, biliyorsun Endüstri Devrimi sonrası toplum modelleri üzerine oturtulmuş ama Alman hocalardan şunu öğrendik biz: İleri kültürler kullandıkları her şeye bir sanat gözüyle bakmalıdırlar. Sanatçılar da öyle bakmalıdırlar. Hayatın tümünü güzelleştirmek, hayatla sanatı barıştırmak, güzelle doğruyu birlikte anlamlandırmakla mümkün. Bu benim üzerimde, inandığım için, çok kalıcı etkiler bıraktı. Zaten insan olarak da böyleyim. Belli vitrin mekânlarda dolaşmayı seven biri değilim ben. İstanbul’u çok iyi tanıdığım için farklı şeyler yapabiliyorum. Çünkü benim için İstanbul öyle kategorize edilmiş mekânlar filan değil, teşhir alanları değil;hayatın bütün doğallığıyla cereyan ettiği, gerçek hayatın cereyan ettiği alanlar. Ben oralarda mutlu oluyorum, kendimi mutlu hissediyorum ve çok doğal gözlemler yapıyorum. Tasarıma gelince, aslında bugünün sanatı dev projelerle uğraşıyor. Bunun içinde bütün teknik, sanatsal, düşünsel, sosyolojik bütün veriler var. Bugünün sanatını kolay bir şey zannedenler için hatta hafife almaya çalışanlar için söyleyeceğim şey, bugünün sanatının geçmiş yüzyıllardan çok daha ağır ve zor olduğudur. Çünkü siz artık bir orkestra yönetiyorsunuz, büyük projeler yapıyorsunuz. Bunun için de tasarım bilgisi gerekli, öbür sanatların tarihine ilişkin, sosyal bilimlere ilişkin veriler, sizin gerçek bir aydın olmanız, gerçek bir donanıma sahip olmanız gerek ve bunları bir virtüözite biçiminde kullanmak, bu kadar çok enstrümanı yönetmek çok zor bir şey. Ben çocukluğumdan beri öbür sanatlara çok açık yetiştiğim için ve bir bilim kadınıyla evli olduğum için ve o çevreyi yakından tanıdığım için, bilimsel yaklaşıma çok saygım vardır gerçekten, çünkü sanat alanında her şey yanıltıcı olabiliyor, sahte olabiliyor, yani su kaldıran bir alan, kaypak bir alan; ama bilim öyle değil bilim insanı da öyle değil, aynı sporcu gibi. Kaybeden kazananın elini sıkıyor, bu gözle görülür bir şey ama sanatta öyle değil. Mesela maratonu en arkada bitiren biri, sanat alanında en önde olduğunu iddia edebiliyor ve bunun için yandaşlar bulabiliyor. Sporda böyle mi? İpi göğüsleyen görünür, kronometre ile saptanır ya da. Onun için bu kadar kaypak bir alanda çalışmak beni zaman zaman çok kırmıştır. Toplumun tercihleri, aldatılmaları, toplumu yönlendirmeye çalışanların bilgi ve zekalarındaki eksiklikler nedeniyle sebep oldukları vahim tercihler filan… Ama zamanın düzeltici bir yanı var, ben ona inanıyorum. Çünkü yaşamanın en büyük hediyesi bu. Bunlardan alınmayıp kırılmayıp mücadelenize devam ettikçe zamanın pek çok şeyi düzelttiğini görüyorsunuz. İşte onları göremeden ölmemek lâzım, sıkı durmak lâzım. Onun için bence sanatla tasarım arasındaki tek farkın tasarımın çok daha pragmatist, kullanıma yönelik bir şey olması, kullanım fikirlerinin farklı olması; sanatınsa soru sormaya, daha entelektüel bir boyutta soru ve çözüm üretmeye, cevap vermeye değil; kuşku uyandırmaya yönelik olması. B.P.: Tatbiki’deki eğitiminizin çözüm üretmeye yardımcı olduğunu söyleyebiliriz o zaman. B.N.İ.:Tabii ve hayatın her türlü malzemesine daha dikkatli bakmamızı sağladı. Malzeme bana çok ilham verir. Örneğin bir tasarımcı gibi, malzemenin ruhunu kavramak, malzemenin kırılma noktalarını bilmek,bu insanı çözmek gibi bir şey. Bir malzemeyi tanımak, onu evcilleştirmek, sanatınıza dahil etmek onu çok yakından, sevgiyle izlemenize ve tanımanıza bağlı. Maddenin bir ruhu var. Zaten Doğu kültürü bir zanaat kültürüdür, sanat ayrımı yapmadan bir zanaat gibi bakar sanata, bir alçakgönüllülükle bakar. Ama o zanaatın içindeki ruh, o malzemeyi çok iyi tanımak, onu eğip bükmede ve onunla uzlaşmada büyük bir beceriye sahip olmakla mümkün. Aradaki fark bu. Sadece biri daha çözümsel, daha rasyonel; ama ikisinde de sanat boyutu var, mutlaka var. B.P.:Evet ve sizde birleşen de bu iki yön. B.N.İ.: Benim topladığım objelerde de görülür o. Mesela makas toplarım, endüstriyel makaslar değil ama ferforje makaslar, tek parça üretilmiş o demir işçiliğinin tek şablon üzerinde, iki parmağın geçebileceği iki oyuk ve kesici yüzeyler sınırlaması içinde, ne kadar zengin bir alan yaratılabileceğini gösteriyor. Mesela ütüler de öyledir ya da elbise askısı. Onlardan da toplarım. Bir elbisenin sığabileceği bir şey, o standartlar içinde insan kendini nasıl katabilir bir forma, nasıl damgasını vurabilir? Bunu tasarım tarihinden ve eşyalara dikkatle bakmakla öğrenebilirsiniz. İşte okul o dikkati vermiştir bana doğrusu, okuldan aldığım şey odur benim, temel olan. B.P.: Peki, 35. sanat yılı etkinlikleriniz önümüzdeki yıla da yayılacak. Bu projeler üzerinde de duralım mı, bitirmeden önce? B.N.İ.: Şimdi, yine giysi temaları üzerine gidecek önümüzdeki yılın projeleri de. Bir tanesi, üniformalar. Toplumun yükselen değerlerinin ironik bir giydirmesi olacak; iki anlamda. B.P.:Bu sergi de onun ön hazırlığıydı sanki. B.N.İ.:Hem o değerlere giydirme hem o değerleri taşıyanları giydirme. Böyle bir şey var; bir de “Türk Mutfağı Projesi” var. İkisi de giysi odaklı yine. Çünkü giysiyi ben insanın hikayesinden ayrı düşünmüyorum. B.P.: Bedenle bütünleşen bir şey olarak düşünüyorsunuz. B.N.İ.:Tamamen bedenle ilişkili. Bedenin var olma hikayesi, cinsel ayrımlar, o ayrımların vardığı noktalar, o ayrıma karşı dirençlerin var oluşu… Bedenin hikayesi giysiyle şekilleniyor. Onun için çıplak bedeni anlatmaktan çok onu giysiyle anlatmayı denemek daha zengin bir gösterge alanında dolaşma keyfi veriyor bana.

3 yorum:

Adsız dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
burcu pelvanoğlu dedi ki...
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
Adsız dedi ki...

meyve veren ağaç taşlana gelmiştir hep, ama bu kadarına söylenecek hiç birşey yok.. 'yorumlar' .. kısmına atıp tutmak, ağıza alınmayacak laflar etmek de neyin nesi, nasıl bir kompleks ve çekememezliktir ?


Dide