28 Ekim 2005

çekim merkezi

“İstanbul, sanatın yeni çekim merkezlerinden biri. Buraya getirmeyeceğiniz sanatçı yok” diyordu İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin baş küratörü ve müzede 17 Eylül 2005- 8 Ocak 2006 tarihleri arasında görülebilecek olan “Çekim Merkezi” sergisinin küratörü Rosa Martinez, 10 Eylül 2005 tarihinde Erkan Aktuğ’un kendisi ile yaptığı röportaj sırasında. Evet, İstanbul’un bir “çekim merkezi” olduğu muhakkak fakat bir çekim merkezi olarak, son birkaç yıldır tartışmaları iyice alevlenen mutenalaştırma (gentrification) sürecine kurban gittiği de öyle. Serginin adının “Çekim Merkezi” olması ve serginin içerisinde bulunduğu İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin tam da mutenalaştırmaya kurban giden Galataport projesinin sınırları içerisinde olması da belki tuhaf bir tesadüf, belki de tam aksi… Serginin adıyla örtüşen ve giderek alevlenen bu tartışmaları bir yana bırakıp “Çekim Merkezi”ne dönecek olursak, Rosa Martinez’in aslında bu sergideki çıkış noktasının denge olduğunu anlamaktayız. Denge, Martinez’e göre, çağdaş toplumların gerek sosyal gerekse ekonomik açıdan en temel sorunlarından birini oluşturmakta ve Martinez, yine aynı röportajda denge konseptinden yola çıkarak güncel sanatın yeni çekim merkezlerine odaklandığını ve bu çekim merkezlerinden birini de İstanbul’un oluşturduğunu belirtmekte. Martinez’in sergi kataloğundaki yazısının ilk satırına bakıldığında serginin adını koyma konusunda bir ilham kaynağının daha bulunduğu anlaşılıyor: Franco Battiano’nun “Centro di gravit permanente” (Sürekli bir çekim merkezi) isimli İtalyanca şarkısı. Ancak, serginin adının, bulunduğu mekanın mutenalaştırma süreciyle örtüşmesi nedeniyle bu ilham kaynağının kulağa biraz da ürkütücü geldiğini belirtmek gerek. Rosa Martinez’in denge konseptinden yola çıkıp çekim merkezi konusuna odaklandığı sergide yer alan isimlere bakacak olduğumuzda da İstanbul’un gerçekten bir “çekim merkezi” olduğunu anlamamız güç olmayacak. Zira “Çekim Merkezi”nin çektiği sanatçılar arasında Pilar Albarracin, Ghada Amer, Janine Antoni, Christian Boltanski, Monica Bonvicini, Louise Bourgeois, Anish Kapoor, Rem Koolhaas, Juan Muñoz, Santiago Sierra, Richard Wentworth, Maaria Wirkkala gibi dünya çapında sanatçılar ve gerek yurtiçinde gerek yurtdışında güncel sanatın temsilcileri olan Haluk Akakçe, Gülsün Karamustafa ve Kemal Önsoy yer almakta. Burada Monica Bonvicini’nin 8. İstanbul Bienali sanatçılarından biri olduğunu ve o kapsamda sergilediği “Cehenneme Merdiven” adlı çalışmasının, bu mekan İstanbul Modern’e dönüştüğünde adeta onun simgesi haline geldiği için yeniden anıldığının ve Louise Bourgeois’nın da daha önce 1997 yılındaki bienal sırasında İstanbul’a geldiğinin ve sonra Borusan'da yeniden İstanbul’da sergi açtığının altını çizmekte fayda var. Dolayısıyla da sergi kadrosundaki, bu bize sunulurmuş gibi yapılan başarıyı sadece Rosa Martinez’e değil; İstanbul’un bizzat kendine de atfetmek gerek. Bundan kastım, serginin tam da mutenalaştırma ya da gentrification dediğimiz sürecin işlediği bölgede oluşu. Gelelim sergideki çalışmalara ve bunların kendi aralarında bir “çekim” oluşturup oluşturmadıklarına… Müze girişinde yer alan Rem Koolhaas’a ait “Hiperyapı” adlı, 120.000 kişilik sıkıştırılmış bir kent için tasarlanmış fakat gerçekleştirilememiş olan bir projenin şişme modelini sunan devasa yapıtı, izleyiciyi müzeye doğrudan çekmekte. Dolayısıyla Rem Koolhaas, “Çekim Merkezi”nin ilk ayağını oluşturuyor, deyiş yerindeyse. İkinci ayağı oluşturan ise, Jeff Koons’un “Üç Toplu Tam Denge Tankı” adlı yapıtı. Zira Koons’un seksenli yıllarda en yetkin temsilcisi olduğu banal estetik, abject art yoluyla meydan okumaları görülebiliyor bu üç basketbol topunun saydam bir konteynır içinde sergilenen yapıtıyla. Sergide dikkati çeken çalışmalardan biri de Anish Kapoor’a ait. Mekana girildiğinde karşılaşılan Kapoor’un “Kırmızı Ayna”sı da tıpkı Rem Koolhaas’ın müze girişinde, dış mekanda yer alan çalışması gibi, sizi içeri davet ediyor. Hemen ardından ise, Anish Kapoor’un boşluğa boşlukla müdahale etmek suretiyle oluşturduğu iki odacıkla karşılaşılıyor. Sergideki videolara gelecek olursak, Haluk Akakçe’nin “Sanatın Doğuşu”ndan ziyade, “Yarın Bir Başka Bir Gündür” isimli, iç içe geçen, ki bu belki birbirini çeken ve iten güçler olarak da okunabilir, videosu dikkati çekmekte. Yukarıda artık İstanbul Modern ile bütünleşen “Cehenneme Merdiven”inden söz ettiğim Monica Bonvicini’nin “Çekiç Sallamak” adlı videosunda ise, bir başkaldırıyı görmek mümkün. Zira Bonvicini’nin yıkım anının yapım anıyla aynı değerde olduğu ve yıkarken bir yandan da yaratma sürecinin başladığına dair görüşleri hem bir başkaldırı olarak okunabilir, hem de toplumsal düzenlerin oluşumunun eleştirisi olarak… Toplumsal düzenlerden bahsetmişken Gülsün Karamustafa’nın “Meydanın Belleği (İçeriden Göründüğü Gibi)” adlı videosunu da anmak gerekli. Karamustafa’nın 9. İstanbul Bienali’nde 5 No’lu Antrepo’da yer alan “Serbest Vuruş” sergisinde gördüğümüz “Sahne” adlı enstelasyonunda olduğu gibi, burada da belleği politik açıdan sorguladığı görülmekte. Bu nedenle Karamustafa’nın “Çekim Merkezi”ndeki ve “Serbest Vuruş”taki çalışmalarının birbirini tetikleyen çalışmalar olduklarını düşünmek mümkün; sadece aktörlerin değişmesi farkıyla… Gülsün Karamustafa’nın politik tavrı, sergide Santiago Sierra’nın fotoğraflarında da karşımıza çıkmakta. Sierra, “10 Modüllü ve 10 İşçili 111 Konstrüksiyon” adlı çalışmasında Minimalizm ve Kapitalizm arasındaki bağlantıyı sorguluyor ve sergide yer alan fotoğraflar da aslında Sierra’nın Zürih’te, Galerie Peter Kilchmann’da halka kapalı olarak gerçekleştirdiği performanstan kareler sunuyor. Başlarken, Rosa Martinez’in bu sergide asıl olarak “denge” kavramından yola çıktığını belirtmiştim. İşte Martinez’in kavramıyla Janine Antoni’nin, denge kavramından hareketle hazırlamış olduğu ve denge ile dengesizlik arasında bir oyun oynadığı “Dokunuş” adlı çalışması birebir örtüşmekte. Pilar Albarracin’in şarap tulumuyla dans ettiği “Keçi”si ise, tulumdan sızan şarabın kan olarak algılanması ve bunun cinsel bir metafor oluşu nedeniyle aslında hem ilgi çekici, hem de son derece itici. Ancak “Çekim Merkezi”ndeki amaç söylendiği gibi, denge ve dengesizliklerin bir aradalığı ise, amaç yerini bulmuş durumda. Kemal Önsoy’un “Plazma İçinde Açamayan Gül” adlı, neyse ki müzeyi yakmayan çalışması, Richard Wentworth’un “kültürel meteoroloji” olarak adlandırdığı “Sahte Tavan”ı ve Christian Boltanski’nin mekana özgü projesi olan ve böylelikle sergiyi interaktif kılarak “Çekim Merkezi”nin kuvvetini arttıran “Tercih Edilen Resimler”i de dikkati çeken çalışmalar arasında. Boltanski’nin “Tercih Edilen Resimler”i, mekana yerleştirilmiş olan bir fotokopi makinesi ve sergi izleyicilerin burada fotokopi makinesi aracılığıyla çoğaltıp duvarlara astıkları imgelerden oluşmakta. Burada Boltanski, sergiyi eğlenceli bir kıvama büründürür görünürken bir İstanbul profili toplamıyor da değil. Sergide dikkate değer bulduğum bir başka çalışma ise, Maaria Wirkkala’ya ait. Aslında Wirkkala’nın “Zihinsel Bir Bağlantı Buldum II” adlı çalışmasının dikkate değerliği, okumalara açık oluşundan kaynaklanmakta. Wirkkala’nın çalışmasında bir köprü üzerinde çok ama çok fazla sayıda hayvan yer alıyor ve köprünün iki ucunda biri Kitab-ı Mukaddes, diğeri de Kuran olmak üzere iki kutsal kitap yer alıyor. Dolayısıyla yapıt, köprünün iki ucunda konumlanmış nesneleriyle bu dünya-öte dünya, doğu-batı gibi dualitelerden, sınır, göç gibi kavramlardan yola çıkılarak okunmayı bekliyor. Sergide olmazsa da olurdu diyebileceğimiz yapıtlar da yok değil. Bunlardan biri Ghada Amer’in gerek mekanla olan iletişimsizliği ve gerekse sıradanlığı nedeniyle hatta olmaması daha da iyi olurdu düşüncelerine gark olmamızı sağlayan tuvalleri. Diğeri ise şaşırtıcı bir biçimde Louise Bourgeois’nın çalışmaları. Her ne kadar Bourgeois’dan aşina olduğumuz kadınlık, bellek gibi kavramlar yoluyla sergideki çalışmalarını oluştursa da, Bourgeois’nın “Çekim Merkezi”nde elindeki malzemesini tükettiği görülüyor.Zira Borusan'da alasını görmüştük Bourgeois'nın. Yazıyı sonuçlandırırken değinmem gereken bir noktanın da, “Çekim Merkezi” sergisi için hazırlanan kataloğun başarısı olduğu kanaatindeyim. Zira katalog, sadece sergide yer alan çalışmaları görselleştirmiyor; sergiye katılan sanatçıları diğer yapıtlarıyla da tanıma olanağı sağlıyor. Buna ilaveten kataloğa seçilen metinlerin titizliği de, yine izleyicilerin sanatçılar hakkındaki okumalarına yön verme işlevi görüyor. Ancak burada da bir aldatma olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Katalog başarılı eyvallah, ama sergiyi gezenlere, bu sanatçıları başka çalışmalarıyla da tanımak isteyenlere rehber oluşturması açısından. Yoksa bu katalog bir anlamda Sayın Martinez'in de bir oyunu gibi görünmekte. Nedenine gelince...Sergiyi bitmiş gibi düşünelim ve Rosa Hanım'ı da bir başka yerde, bu bir bienal olabilir, bir yurtdışı sergisi olabilir, her ne ise...Rosa Hanım "İstanbul Modern'de Çekim Merkezi sergisi yaptım. Buyurun bu da onun kataloğu" şeklinde bu kataloğu takdim ettiğinde, Çekim Merkezi'nin bu katalogdaki çalışmaların tümünü kapsadığı sanılacak. Oysa 1/3'ü ya var ya da yok ve katalogda buna dair bir bilgi kırıntısı dahi de yok. Rosa Hanım'ın aldatma oyunları, İstanbul'un yeni çekim merkezlerinden biri olması, vs. gibi gerekçelerden yola çıkarak sergiye verdiği isimde de kendini gösteriyor. Evet, İstanbul bir çekim merkezi ve bu çekim merkezinde Martinez, ufak aldatmacalarla rolünü üstlenmiş durumda.

Hiç yorum yok: